Medya tarafından “Kültürel Teori’nin Elvis’i” ve “Marx’ın erkek kardeşi” gibi karikatürize ifadelerle tanımlanan Slavoj Zizek “Bir Sapığın İdeoloji Rehberi – The Pervert’s Guide to Ideology” ismiyle gösterime giren 2012 yapımı belgesel filmin hem senaristi hem de yıldızıdır. Yönetmenliğini Sophie Fiennes’in üstlendiği filmde, Zizek birden bire Kuzey Atlantik Okyanusu’nda bir filikada, yardım çığlıklarının dondurucu soğuğa karıştığı sonsuz mavi bir karanlıkta karşımıza çıkar ve bizi Titanik gerçekleriyle korkutur.
Oysaki 1997’de gösterime girdiğinde, sevgilisi New Yorklu zengin kızı Rose’u yaşatmak için okyanusun mavi soğuğunda, son nefesini donarak veren Jack’in aşkı, yıllarca Celine Dion’un “My Heart Will Go On” şarkısıyla kalplere kazınmıştı. O yıllarda düğünlerde ilk dans bu şarkıyla yapılıyor, gelir durumuna göre şehir hatları vapurunun ve benzeri gemilerin pruvasında Titanic pozu vermek isteyenleri, mürettebat “çekilin, düşeceksiniz” diye kovalıyordu.
Jack’in yani Leonardo DiCaprio’nun hayatımıza girişi ve kalplere hızlıca taht kuruşu böyle olmuştu. Kuramsal yaklaşımlarıyla gösteren ve gösterilen arasından doldurulamaz bir boşluğun varlığına dikkat çeken Derrida’nın işaret ettiği gibi, Titanic’teki anlam Kuzey Atlantik Okyanusu’nun karanlık suları kadar derindi. Titanic’teki anlamın katastrofik yönünü dile getirirken yönetmen James Cameron’un Hollywood Marksizmi’ne değinir ve şöyle der Zizek: “Jack ve Rose’un ilişkisi, aslında alt sınıflara duyulan komik, sahte bir sempatinin ifadesidir, gülünç bir yakınlıktır”. Hollywood sinemasında, varlıklı burjuva sınıfları, alt sınıfların yaşantılarını Hollywood Marksizmi ile deneyimler. Böylece üst sınıf mensupları, hayatları monotonlaştığında, alt sınıfla iletişime geçerek, onların yaşam enerjilerini emer ve yeniden doğar. Aslında zavallı Jack, burjuva sınıfının varlığını sürdürmesi için kendi hayatını feda etmiştir. Hayatını bir kadın için feda edecek ne ilk ne son erkekti Jack, tıpkı büyük bir arzuyla Daisy’nin peşine düşen Gatsby gibi.
Böylece çağımızın yaşayan dâhisi, süpermarkete girmiş bir fil gibi sinema göstergebilimi, eleştirel teori ve Lacan’ın psikanaliz geleneği ile bütün gizli saklı anlam paketlerini paramparça eder her zamanki gibi. Bir de analizinin başında bize sorar “burada, okyanusun ortasında, donmuş cesetlerle çevrili bir teknede tek başıma ne yapıyorum?”. Sanki bilmezmiş gibi, o cesetlerin kendi analizinin dişlilerinden geçen kurgusal anlam paketleri olduğunu.
Jack’ten Gatsby’ye uzanan yolda değişen tek şey sevgili Leonardomuzun, hayranlarının duaları ve Hollywood film endüstrisine entegrasyonuyla kazandığı Oscar heykelcikleriydi.
Bahtsız Jack’in öyküsünü Zizekle analiz ettik ama pek de muhteşem olmayan Jay Gatsby’yi, sosyal bilimlerin hak ettiği değeri bulamamış teorisyeni, “Marksist olmayan kapitalist sistem kritikçsi” diye tanımlanan Thorstein Veblen ile anlatacağız. Norveç asıllı Amerikalı iktisatçı ve sosyolog ya da kurumsal iktisat ekolünün kurucularından biri diye Veblen’i nitelemek yetersiz kalır. İskandinav mitleri olan İzlanda efsanelerini (sagalar) İngilizce’ye çevirip yayımlamıştır. Veblen’in Aylak Sınıfın Teorisi isimli eseri, gerçekten bir çığır açmıştır. Orada göstergebilimin köklerini bile bulabiliriz. Veblen’in çağdaşı “Chicago Okulu”nun iktisatçıları kent yaşamının özelliklerini incelerken, kendisi çim bahçeler, bastonlar, moda ve ev hayvanları gibi şeyleri gözlemleyerek, bunlardan sosyal davranış kuramları çıkartmaktan büyük keyif alıyordu. Daha sonra Adorno ve Horkheimer’ın ders vereceği New School for Social Research’ün (NSSR) kurucularından olması tesadüfi değildir. Veblen 1929’da, çok önceden öngördüğü Büyük Bunalım ortaya çıkmadan üç ay önce hayatını kaybetmiştir.
Veblen Aylak Sınıfın Kuramı’nda (The Theory of Leisure Class) uzak bir antropolojik geçmişten bahseder; tarih öncesi zamanlar kadar uzak, kırsal bir “ilkel vahşilik” dünyası vardı. Bu dünya hem tembel ve verimsizdi hem de insanlar barışçıl, iyi niyetli, diğer insanlara, nesnelere taklitçi, kıyaslamacı olmayan bir ilgiyle bakan varlıklardı. Ancak bu dünya yok olmaya mahkûmdu. Daha saldırgan gruplar, özellikle Veblen’in Avrupa kökenli olarak gördüğü “dolikosefalik (uzun kafalı) sarışın” (yani Aryan ırkı) sayesinde sahneye rekabet ve edinme “yırtıcılık” çıkmaya başladı. İnsan topluluğu barışçıl vahşilikten avcı-yırtıcı bir yaşam tarzına geçtikçe, gücün elle tutulur delili olan ganimetler bireysel yaşantının eşyası arasında temel bir yer bulmaya başladı.
Veblen’in deyişiyle el koyma ve istismar etme yolu ile gerçekleştirilen kazanım itibarlı sayılırken, “endüstriyel işler” itibarsız görülmeye başlamıştır; bu da talancı toplum kültürüne giden yolu açmıştır. Günümüzdeki çılgın kasım, delirmiş aralık, almayanı dövüyorlar kampanyalarının, kargo çalışanlarına saç baş yolduran müşterilerinin çoğunluğunu oluşturan kadınlar, aslında İlk el konulan dayanıklı ganimetlerdi. Kadına el koyma, insanın bir başka insanın “endüstriyel” yeteneğinin ürünlerini de bu el koyma yolu ile sahiplenmesinin ilk örneği olmuştur. Veblen’e göre kadınların mülkiyeti, kültürün, alt barbar evrelerinde kadın esirlerin ele geçirilmesini, ilerleyen zamanlarda köleliğin diğer tutsakları da kapsayacak şekilde genişletilmesi izlemiştir.
Veblen’e göre insanoğlunun sahip olma arzusu kişilerden sonra eşyalara da sıçrayınca mülkiyet, ihtiyaçtan çok, ötekilerden daha güçlü olduğunu göstermeye dönüşmüş, günümüze kadar “gösterişçi tüketim” ve “gösterişçi aylaklık”, yani nesnelerin veya zamanın aşırı, müsrif biçimlerde kullanımı baş göstermiştir. Kültür endüstrisinin etkisi altındaki insanoğlunun, sınıf olma bilincine varamadan sürdürdüğü bu hayatta, sınıf çatışmasına varmayan bir sınıflı toplum içerisindeki tek aksiyonu “başka sınıflardan kişilerin harcama kalıplarını” benimsemektir.
Algılama bozukluğu ile başka sınıfların tüketim kalıplarına öykünen, sembolik etkileşimin tuzağına düşmüş insan, kendini son on yıldır sıklıkla “baby shower”, “bebek cinsiyeti partisi”, “hadi bakalım prensescilik oynayalım (nişan-kına-düğün organizasyonu)” gibi faaliyetlerde bulmaktadır.
Zaten Jay Gatsby’nin muhteşemliği tam da buradan gelir. F. Scott Fitzgerald’ın 20’li yılların Amerikan materyalizmini anlattığı, Amerikan Jazz Age’ini ve American Dream’ini (Amerikan Rüyası) başarılı bir şekilde yansıttığı kitap “The Great Gatsby – Muhteşem Gatsby (1925)” iki kez beyaz perdeye aktarılmıştır. İlk kez 1974’te Jack Clayton’ın yönettiği ve Gatsby rolünü Robert Redford’un, Daisy’yi ise Mia Farrow’un canlandırdığı film, ikinci kez Mayıs 2013’te vizyona girmiş ve Leonardo DiCaprio’nun oyunculuğu ile çok ses getirmiştir. Yönetmenliğini Baz Luhrmann’ın üstlendiği bu ikinci filmde Daisy Buchanan karakterini ise Carey Mulligan canlandırmıştır.
Muhteşem Gatsby’yi en iyi özetleyen cümle sarı papatyamız Daisy’nin, Gatsbymize sarf ettiği cümledir: “rich girls don’t marry with poor boys – zengin kızlar fakir erkeklerle evlenmez”. Bu cümle dünyalar yakışıklısı Gatsby’nin motivasyon kaynağı olmuş, ölene kadar zekasını kullanıp en büyük eksikliği paranın, kendisinde olduğuna çevresini inandırmaya çalışmıştır. Gatsby öyle bir adamdır ki sırf Daisy gelsin diye her cumartesi gecesi evinde tüm şehrin davetli olduğu ihtişamlı partiler düzenlemiş, ömrü billah sınıf atlamaya çalışmıştır.
Ancak geleceğe görüşleriyle ışık tutan Thorstein Veblen, Gatsbymizin bu beyhude çabasını şöyle açıklar: “kişinin kendisinin değil de miras yolu ile elde ettiği servet; güç kullanımı ile elde edilebilen servetin daha önceki atalarca kazanılmış olması daha da değerli sayıldığı için, şerefin ve itibarın kanıtı yerine geçmiştir”. Bir başka deyişle sonradan edilmiş servet sizi üst sınıflara ait kılmaz.
Kahramanımız Gatsby, New York’ta Land Island’a bağlı, eski zengin yerleşimi East Egg’deki limanın karşısındaki West Egg’in yeni zenginleşen kasabasında villa sahibi olan gizemli bir milyonerdir. Midwest’te sefalet içinde doğan Gatsby, yasa dışı işlerden milyonlar kazanmıştır. Başka bir adamla evlenen ve kaybolan eski aşkını yeniden elde edebilmek için, ismini değiştirmiş, sahte bir geçmiş ve kimlik oluşturmuştur.
Daisy’ye layık olabilmek için zengin olmaya çalışan Gatsby için işler umduğu gibi gitmez. Çünkü tıpkı Veblen’in işaret ettiği gibi iş alanındaki tüm köşe başları, “aylak sınıf” mensupları tarafından tutulmuştur. Hiçbir şey yapmasalar bile para onlara akmaktadır. Bu da Gatsby’nin kaçak içki yapımı gibi yasa dışı işlere kaymasına neden olur. Yazarımız Fitzgerald’ın ve filmdeki anlatıcımız Nick’in, Daisy ve kocası Tom gibi insanlardan nefret etmesinin nedeni, Amerikan Rüyası’na ihanet ediyor olmalarıdır; atadan kalma ganimetlere sığınıp hiçbir şey yapmazlar. Oysa Gatsby nerede doğduğu veya hangi sınıfa ait olduğu fark etmeksizin herkesin toplumda kendi başarısını elde edebileceğine yani Amerikan Rüyası’na, inanmıştır… Sonunu getiren de Amerikan Rüyası’na inancı olmuştur. Bu nokta da hem Fitzgerald, hem de Veblen eserleriyle bu rüyanın sonuna, “great depression-büyük bunalım”a işaret etmiştir.
Jay Gatsby, Daisy’ye zenginliğini gösterdiğinde mutluluktan ağlar… Zenginlik ortak faktörken, zenginliğin niteliği, nasıl elde edildiği farklıdır. Gatsby’nin yaşadığı West Egg, parasını kazanan zenginleri temsil eder; ama East Egg’dekiler zenginliklerini miras yoluyla elde etmiştir. Sorumsuzca abartılı harcamalar yaparlar, tıpkı Veblen’in işaret ettiği gibi “itibarlı olmak için müsrif olmak gerekir.”
Gatsby günümüz kültür endüstrisinde de kendine yer bulmuştur. “Gatsbying” kavramı, sosyal medyada paylaşım yapıp ardından belirli bir kişi veya kişilerin söz konusu paylaşımı kontrol etmesini beklemek olarak adlandırılır. Gösterişçi tüketimin kurbanı insanlar, güçlü bir itibar yaratmanın ve sürdürmenin tek yolunun, paralarını boşa harcadıkları eşyaları sürekli olarak sergilemek olduğuna inanır. Sosyal medya, gösterişçi tüketim için biçilmiş kaftandır; instagramda smoothie bowl paylaşıp, eve gidip sucuklu yumurtaya ekmek banıyorsanız geçmiş olsun, Daisy gelmeyeceği gibi Gatsby de sizlere ömür. Servet peşinde koşan birçok insan başarısız olur –ki Daisy aslında önemli bir gösterge, servetin vücut bulmuş hali– ve dolayısıyla rüya sona erer… Gatsby, Daisy’ye değil, temsil ettiği hayata aşıktır.
Ne demiş Zizek, “hiç de ihtiyacımız olmayan bir plazma televizyonu, sırf karşı komşumuzu kıskandırmak için alırız”. Tüm bunlar olurken kalbimiz nereye mi gitti? Ona da George Michael, cevap versin. “Where did your heart go”da söylediği gibi, ya trende bırakıldı ya yağmurun altında ya da Meksika’da…