Yıl 1923, aylardan Ekim, Anadolu’da küçük bir kasaba ilkokulu…
Öğretmen sınıfa girer ve şöyle seslenir öğrencilerine: “Bugün farklı bir ödeviniz olacak çocuklar. Sizlerden ülkemiz ve dünya için 100 yıl sonrasını hayal etmenizi ve bunları yazmanızı istiyorum. Yazdıklarınızı bir küpün içine koyacağız ve okulun bahçesine gömeceğiz. Bu küp 100 yıl sonra açılacak ve yazdıklarınız okunacak. Hepinize kolay gelsin.”
En ön sırada oturan ve öğretmeninin söylediklerini büyük bir dikkat ve heyecanla dinleyen Ayşe sarılır hemen kalemine ve başlar yazmaya;
“Benim için en önemli üç şey güvenlik, eğitim ve sağlıktır.” Ülke henüz savaştan çıktığı için Ayşe güvenlikle ilgili düşünceleri ile devam eder yazısına. “Yabancı devletlerin tayyareleri dolaştı ülkemin semalarında hatta Çanakkale gazisi babamdan duyduğuma göre cephe gerisinde düşman askerlerinin de tedavi edildiği çadır hastanesi dahi bombalanmış bu tayyarelerle. Bu yüzden bizim de kendi tayyaremiz olmalı. Ülkemin üzerinde uçamaya bir daha cesaret edememeli hiç kimse.” Yine babası anılarını anlatırken kendi silahlarının düşman silahlarından çok daha eski olduğunu belirtmişti. “Tayyareden başka kendi tüfeğimizi, tabancamızı, tankımızı, topumuzu yapabilmeliyiz.” Yıl 1923 olmasına rağmen hayal gücü yüksekti Ayşe’nin. “Belki uçan bir araç icat edilir, üzerinde bir makine olur, yerde olan biten her şeyi bize uzaktan gösterir, hatta aşağıda kötü insanlar varsa onlara müdahale edebilecek yeteneği bile olabilir.” Savaşın acılarını derinden yaşamıştı Ayşe. Yokluk, kıtlık, zor hayat şartları… Bir amcası Yemen’de bir amcası da Trablus’ta şehit olmuştu. Keşke savaşlar hiç olmasa diye geçirdi içinden. Fakat insanoğlundaki açgözlülüğün hiçbir canlıda olmadığı kadar fazla olduğunu da anlamıştı küçük yaşına rağmen. Bu nedenle 1918’de biten bu savaşın bir ikincisi hatta üçüncüsü de olabilirdi. Hazırlıklı olmak gerekirdi. “Ülkemin bütün sınırları duvar ile örülmeli. Bu duvarlar 7 arşın boyunda olmalı ve üzerlerinde 3 arşınlık dikenli teller olmalı. Duvardan yere doğru da 5 arşınlık temeller olmalı.” Öyle ya! Yer altından tünelle de geçiş olmasın. “Düzlük alanlarda her 150 arşında bir, dağlık yerlerde arazi şartlarına göre bir gözetleme kulesi olmalı.” (Ölçüler Kanunu 1931 yılında kabul edildi. 1 arşın=0.68 metre). Babası orduda lağımcı olarak yer almıştı Ayşe’nin. Babası anılarını anlatırken hayal alemine dalardı, belki de bunları o zaman düşündü kim bilir?
Ayşe okumayı özellikle de fen bilimlerini çok severdi. Bir gün bakkala giderken yol üzerindeki bir evin kırık penceresine yapıştırılmış, sararmış, eski bir gazete sayfası gördü. Şöyle yazıyordu: “ Uranyum, toryum ve radyumla ilgili çalışmaları olan Marie Curie, Nobel kimya ödülünü kazandı”. Ödevini yazarken bu olay aklına geldi ve şöyle devam etti: “Daha önce okuduğum ve sonra da öğretmenime sorduğum bir konu vardı. Radyoaktif elementler… Öğretmenim bu elementlerin hem sağlık, hem enerji, hem de güvenlik alanlarında kullanılabileceğini söylemişti. Fakat dikkat etmek gerekir diye de eklemişti. Çünkü tehlikeliydi bu elementler. Dolayısı ile bu elementlerin işlenebileceği güvenli tesisler yapılmalı. Bu tesislerin ve orada üretilecek malzemelerin varlığı ülkeme güç katacaktır. Yalnız bu tesis yapılırken doğayı da korumak gerekir.”
Ayşe çok sık hasta olan bir çocuktu. Fakat köylerinde doktor yoktu. En yakın doktor kaza merkezindeydi ve oraya da haftanın iki günü geliyordu. Ulaşım zordu. Dolayısı ile Ayşe hastalandığında annesi, kendi büyüklerinden öğrendiği bitkisel şifa yöntemleri ile bir şeyler yapmaya çabalıyordu. Ayşe, ıhlamur ve nane-limon çayını çok severdi. Ama yine de “keşke derdimi anlatabileceğim bir doktor amcam, teyzem olsaydı” diye de içinden geçirirdi bazı zamanlar. Çünkü boğazı ağrıdığı zaman canı çok yanıyor, ateşi çıkıyor ve çok sevdiği peynirli gözlemeyi yiyemediği gibi okuluna da gidemiyordu. Hasta olduğu günler gözüne geldi Ayşe’nin ve şöyle devam etti ödevine: “Keşke bütün şehirlerde ve kazalarda hastaneler olsa… Kasaba ve köylerde de sağlık ocakları… Böylece hiçbir çocuk bakımsız kalmazdı. Boğaz ağrım belki daha çabuk iyileşirdi. Kendi yaşadığı yer dağlık bir coğrafyaya sahipti. İmkanlar kısıtlı idi. “Doktor amcalarım, teyzelerim, iğnemi yapan, babaannemin pansumanını yapan hemşire ablalarım, ağabeylerim buralarda hep kalsınlar, bir yere gitmesinler. O zaman onlara kalacak yerler temin edilmeli, belki küçük sosyal tesisler yapılmalı, bir oyun çıkmış İngiltere’de adına top denilen yuvarlak, yumuşak bir şeyle oynanıyormuş, bizim kazaya da neden yapılmasın bu oyunun oynandığı yer? ,sayıları fazla olmalı ki hem dinlenebilsinler hem de şehirde işleri varsa onları görebilsinler. Bir de bizim buralar çok misafirperverdir. Ara sıra babamla kazaya gittiğimizde görürüm memurun tavuğu, sebzesi, meyvesi, yumurtası eksik edilmez. Onların derdi bizim derdimiz olur. Ama yine de onların da hayalleri vardır. Aile geçindirmektedir. Belki hasta annesinin tedavi masrafları vardır. Belki benim gibi bir çocuğa burs veriyordur. İmkanlar ölçüsünde gelirlerini de göz önünde bulundurmak gerekir.” Yine babasından dinlediğine göre bir gün ağır bir taarruz yapmıştı karşı taraf. Cephe gerisine taşınan çok sayıda yaralı vardı. Bunlardan Mehmet Çavuş’un durumu çok ağırdı. Cerrahi tahsilini tamamlar tamamlamaz cepheye koşan Dr. Ahmet’e haber verildi. Durum ciddiydi fakat soğukkanlılığını bozmayan Dr. Ahmet operasyonu tamamlamış ve Mehmet Çavuş sağlığına kavuşmuştu. Ya Dr. Ahmet olmasaydı diye düşündü Ayşe ve ödevine kaldığı yerden devam etti: “Her 4-5 şehrin birleşim yerlerinde daha büyük hastaneler kurulmalı. Bu hastaneler travma, cerrahi ve kanser hastalarına bakmalı. Diğer hastanelerde tedavi edilemeyecek durumda olan hastalar buralara gönderilmeli. Bu hastanelerde her bir branş için en az 4 doktordan oluşan en az 4 ekip kurulmalı. Helikopter diye bir şey geçmişti okuduğum bir kitapta. Uçan ve hızlı giden, içinde yolcu taşınabilen bir şeymiş. Şehirlerdeki her hastanede böyle hastaları bu anlattığım daha büyük hastanelere taşıyacak helikopterler bulunabilir belki.”
Öğretmen sınıfta dolaşıyor ve ara sıra kağıtlarda yazanlara göz gezdiriyordu. Ayşe’nin son yazdıkları dikkatini çekti, usulca kulağına eğilerek: “Kızım bu doktor ve ekip sayısını neye göre düşündün? Ayşe cevap verdi: “Öğretmenim, hem birbirlerine destek olsunlar, hem dinlenmeye fırsatları kalsın hem de gelen her hasta o günkü nöbete hem zihinsel hem de fiziksel olarak hazır bir şekilde kendilerini bekleyen ekip tarafından burada tedavi altına alınabilsin.”
Okulunu çok seviyordu Ayşe. Okuldan eve geldiğinde o gün öğrendiklerini büyük bir şevkle annesine ve babasına anlatırdı. Bu sebeple eğitim ve öğretime önem verilmesini isterdi. Yoksa muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmak nasıl mümkün olacaktı? Zaten her şehir, kaza ve kasabada okul olmalıydı, hem de bir değil çok daha fazla o yüzden kendisi gibi köyde okuyanlara yönelik bir fikir sunmalıydı ve kaldığı yerden devam etti ödevine: “İmkanlar dahilinde ve nüfus göz önünde bulundurularak her köyde bir okul olmalı. Eğer yok diyelim, hiç kimse okumadan mahrum kalmasın diye en yakın okula ulaştırılabilmeli. Okul sayısı mümkün olduğunca çok olsun ki sınıflardaki öğrenci sayısı o kadar az kalabilsin. O zaman öğretmenlerimiz bizimle daha fazla ilgilenebilirler. Yukarıda doktor ve hemşire büyüklerim ile ilgili yazdıklarım burada da geçerli. Öğretmenlerimizi hem madden hem manen tatmin etmeli ki devletimiz mümkün olduğunca kalıcı olabilsinler buralarda.”
Bir gün teneffüste arkadaşları ile muhabbet ederken yine kendisi gibi ilim ve fen konularında meraklı bir arkadaşı “bilgisayar” diye bir şeyden bahsetmişti. Çok karmaşık hesaplamaları çok kısa sürede yapabiliyormuş bu aygıt. “Her okulda bir bilgisayar olmalı. Belki bir gün bu bilgisayarlar küçülür de cebe girecek ölçütlere gelir, o zaman her öğrenciye bir bilgisayar düşmeli. Düşünebildiğim kadarı ile bu alet ileride yaşamın her alanında yer alacak. Şimdiden çok basamaklı çarpımları saniyesinde çözüyormuş. Dolayısı ile bu aleti kullanmada ileri seviyede olan kişiler ülkeme ve insanlığa kim bilir ne katkılar sunabilir? Dolayısı ile okullar dolaşılmalı bu konuda ailesi, arkadaşları ve öğretmenleri tarafından fark edilen öğrenciler özellikle yetiştirilmeli.”
Ödevinin sonuna şu notu düştü Ayşe: “Bu mektup açıldığında çok büyük bir ihtimalle hayatta olmayacağım. Siz değerli büyüklerimden yazdıklarımdan gerçekleşen ve gerçekleşmeyenleri mezarımın başında bana da söylemenizi istiyorum. Belki sizleri duyabilirim.”
Ayşe tahsilini başarı ile tamamlamış ve öğretmen olmuştu. Anadolu’da farklı yerlerde çalıştıktan sonra köyüne, ilkokulu okuduğu yere yerleşti ve yine o köyde hayata gözlerini yumdu. Emekli olduğu günlerde ara ara okulunun bahçesine gider küpün gömülü olduğu yerde derin düşüncelere dalardı. Keşke açıldığı anı görebilsem diye iç geçirirdi. Fakat sonra yazdığı son cümle aklına gelir ve içini bir ferahlık kaplardı, elbet mezarda dahi olsam mektubumun nihayetinden beni haberdar edecekler.
Yıl 2023, aylardan Ekim, Anadolu’da büyük bir şehir ilkokulu…
Öğrenciler, öğretmenler, şehrin ileri gelenleri yapılacak tören için toplanmıştı. Aradan 100 yıl geçmiş ve öğretmen Ramazan Bey’in vasiyeti yerine getirilmek üzere küp toprak altından çıkarılmıştı. Küpün içinden 8 adet mektup çıkmıştı. Hepsi tek tek okundu. Sıra Ayşe’nin mektubuna geldi. Herkes büyük bir dikkat ve şaşkınlıkla okunanları dinliyordu. 100 yıl öncesinde bir köy ilkokulundaki öğrenciden böylesine bir öngörü olması katılımcıları oldukça etkilemişti. Ve sıra Ayşe’nin vasiyetine gelmişti.
Kalabalık grup il valisinin önderliğinde yakındaki mezarlığa doğru yürümeye başladı. Vali, elindeki çiçeği Ayşe öğretmenin mezarına bıraktı, gözlerinden süzülen yaşlarla şöyle dedi adeta Ayşe öğretmenin kulağına fısıldar gibi: “Öğretmenim rahat uyu! Yazdıklarının bir kısmı yapıldı, bir kısmı yapılmakta, bir kısmı da elbette yapılacaktır. Ne mutlu bize ki sizin gibi öğretmenler okutmuş bizi. Ben Kayseri Ortaokulu’ndan öğrenciniz İbrahim.”