(tababet san’atının icrası ile geçen 33 yıl / anı 13)
Fakülteden mezun olup da mecburi hizmet kurası sonucu gittiğim Ağrı Verem Savaş Dispanseri ilk görev yerimdi. Dispansere, personeline, çevreye ve Ağrı’ya alışmaya çalışıyordum.
Mevsim kıştı ama öyle böyle bir kış değildi. Bir bozkır kenti olan Ankara’nın soğuğuna, karına alışkındım ama kış nedir, soğuk nedir, ayaz nedir orada gördüm, hatta iliklerime kadar hissettim desem yeridir. Tam da o günlerde kendisi de bir Ağrı Eleşkirtli olan sanatçı Burhan Çaçan’ın yeni çıkan kasetindeki “Ayaz Geceler” türküsünün dilime pelesenk oluşu, belki de bu yüzdendi.
Dispanserde kaldığım odamdan çıkıp da en yakındaki fırına ekmek almak için gidip geri dönünceye kadar, o yıllarda mevcut olan bıyıklarımda kırağı oluşurdu. Ekmek fırınının içi hamam gibi sıcakken, dışarıda fırının camı bile oldukça kalın bir buz tabakası ile kaplı olurdu. İçeri girdiğimde ısı farkından dolayı gözlüğüm buharlanır, önümü görmek için çıkarmak zorunda kalırdım.
İlk gittiğim yıllarda Ağrı’nın en büyük (zaten bir iki cadde vardı o yıllarda) caddesi olan Cumhuriyet (halk arasında mecburiyet) caddesinde insanlar kaldırımlarda değil de yolun ortasından yürüyorlardı. Sonradan öğrendim ki, cadde kenarındaki binaların çatılarından karların erimesi sonucu sarkıtvari buzlar oluşuyor ve bunlar da bazen kopup insanlara zarar verebiliyormuş.
Sanatçı Tarkan’ın bir çalışmasının ismi olan “Kış Güneşi” deyimi ne demekmiş, orada anladım. Günlük güneşlik bir havada dispansere hayli uzaktaki bir çarşıya üzerime sadece bir ceket alıp gitmiştim. Giderken fazla hissetmedim ama çarşıda adeta buz kesmiş, fazla duramayıp gerisin geri hızla dispansere dönmek zorunda kalmıştım. Ondan sonra bir daha kış günü hava güneşli de olsa paltomu, atkımı almadan, iyice giyinip kuşanmadan dışarı çıkmamıştım. O bölgenin kışının şiddetini tarif etmek için, Erzurumluların bir meselini anlatıp bu bahsi kapatayım. Derler ki, Erzurum’da dört mevsim vardır; ilkbahar, sonbahar, kış, kara kış.
Gelelim Bahattin’e. Göreve başladıktan kısa bir süre sonra, bir gün il sağlık müdürlüğünden telefon ettiler; “müdür bey dispanseri teftişe gelecek”. Ben de saf saf “herhalde nezaketen hoş geldin deyip tanışacak, sorunları yerinde görüp bir sorun, sıkıntı var mı diye bizzat yerinde görecek, destek verecek” şeklinde düşünmüştüm. Evet geldi gelmesine de, ne bir hoş geldin, ne de bir hal hatır sorma vardı. Yalnızca fırça, azar ve paylama. Yok direkteki bayraklar niye kirli imiş, yok bekleme salonundaki elektrik panosu kapağı niye bozuk imiş, daha bir sürü abuk sabuk, ipe sapa gelmez şey. Personelimin önünde böyle davranıp güya onların nezdinde etkimi, itibarımı azaltmış ve aynı zamanda “amir benim” havasını da sergilemiş oldu kendi aklınca.
Bayağı bir canım sıkıldı. Ne yapayım diye düşünürken, o sırada fakültede arkadaşlarla konuşurken dile getirilen bir öneri aklıma geldi. O ilin en büyük mülki amiri konumunda olan validen randevu alıp, tanışıp bu sorunu ona aktarmayı düşündüm. Ve düşündüğüm gibi de yaptım. Görüşmeyi kabul etti, gayet ilgili ve sıcak davrandı. Olduğu gibi olayı anlatıp müdürü şikayet ettim ve desteğini rica ettim. Konuyla alakadar olacağını söyledi, ben de teşekkür edip çıktım. O yıllarda hekimlerin değil kaymakam, valiler nezdinde bile bir ağırlığı, bir saygınlığı vardı.
Ve ilginçtir ki, bu görüşmeden sonra devlet hastanesi başhekimi ve aynı zamanda il sağlık müdür vekili olan Dr. Bahattin, bir daha beni ne aradı, ne sordu, ne de dispansere geldi. Ağrılı olup siyaseten çok güçlü durumda idi ve istese beni geçici görevle ya da bir bahane bularak Ağrı’nın ücra bir yerine, o yıllarda ilçe demeye bin şahit isteyen ilçelerine bile sürebilirdi. Zira Allah’tan başka kimim kimsem yoktu.
Tahminim odur ki, vali bir şekilde ziyaretimden sonra müdürle konuştu. Belki de araları iyi değildi, vali benim şikayetimi bahane ederek müdürü sigaya çekmiş de olabilirdi. Belki de vali, şikayetimi müdüre iletince müdür bu cüretimden çekinerek siyaseten arkamın güçlü olduğunu zannedip uzak durmuş da olabilirdi. Elbette doğrusunu Allah bilir.
Bu hadiseden sonra müdürle iki karşılaşmamız daha oldu.
Birgün sekreteri telefon edip başhekimlik makamında beni beklediğini söyledi. Gittim, oturdum. Yanında yardımcılarından birileri daha vardı. Dedi ki: ”Sen mi beni basına şikayet ettin?”. “Ne basını, ne şikâyeti” dedim. “İlk defa duyuyorum”. “Yalan söyleme, yaptı isen söyle” dedi. Ben de, “Ne diye yalan söyleyeyim, ne olup bittiğinden bile haberim yok, nedir mesele bilmiyorum” dedim. Haberim olmadığına ve benim şikayet etmediğime kanaat getirmiş olacak ki, “Tamam, tamam, öyle olsun. Gidebilirsin” dedi.
Bir başka zamanda ise Ankara’da, Verem Savaş Kursu’nda iken, yaklaşan Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS) nedeniyle kurs bitiminde birçok kursiyer gibi ben de yirmi gün kadar rapor almış ve ancak TUS (ki o yıllarda TUS sınavı yalnız tek merkezde yani Ankara’da yapılıyordu) sonrasında dönmüştüm. Üstelik raporu kurstaki eğitmenler vermişti. Raporu alıp il sağlık müdürlüğüne fakslamıştım. Döndüğümde beni çağırıp “neden rapor aldın” dedi. Ben de açıkça anlattım; yolculuğun zorluklarını, kurs bitiminde gelip kısa bir süre geçmeden TUS için tekrar dönmenin kolay olmadığını, bu sürede sınava hazırlandığımı söyledim. “Bir daha olmasın” dedi ve başka bir şey demedi.
O yıllarda işte böyle bir Bahattin karakteri vardı. Şimdilerdeki gibi şeker mi şeker, esprili mi esprili bir baattin (baho) karakteri yoktu. Ama onun yerine karikatür tipli biri vardı.
TUS’u üçüncü girişimde kazanıp Ağrı’dan ayrıldıktan sonraki dönemde, bir gün Ağrı’da iken tanıştığım sağlık meslek lisesindeki öğretmen arkadaşlarımdan duydum ki, rivayet doğruysa bu Bahattin’in adı ahlaki bir skandala karışmış ve apar topar kendini sadece bir uzman doktor olarak İç Anadolu’nun bir ilinde buluvermiş.
Ah Bahattin ah, nettin neyledin sen, keşke ‘ismiyle müsemma’ biri olsa idin, “dinin güzelliği” demek olan isminle özdeş, ismine yaraşır, yakışır güzel huy, karakter, ahlak sahibi biri gibi davransa idin. Fena mı olurdu, çok mu zordu?
“Allah’ın ihmal etmeyip sadece imhal ettiği (süre tanıdığı)” bu “etme bulma dünyası”nda sana demediler mi?
“Su testisi, su yolunda kırılır” diye.
“Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste” diye.
“Yalnızın yardımcısı Allah’tır” diye.
5 yorum
Değerli Hocam,
“Allah’ın ihmal etmeyip sadece imhal ettiği” sözünden sonra başka kelama hacet yok.
Okul bitip mecburi hizmet kurası sonucu gittiğim Diyarbakır/ Licede bizim de bir sağlık müdürü vardı.Onun adıda Seyfettin di.İslâmi kimlik taşıyan fakat davranışları bu kimliğine hiç yakışmayan bir kişiydi.O da hastane başhekimliğinden sağlık müdürlüğüne terfi etmişti.
Bir gün Lice devlet hastanesi polikliniğinde hasta muayene ederken bir kadın geldi.O yıllarda dört nüsha olarak kurumlarca personellerine düzenlenen hasta sevk kağıdı ile.Kurum amiri kaymakamın ismi yanlış yazılmış,imzası da taklit edilmişti.Kadını muayene ettim.Reçetesini düzenledim ancak sevk kâğıdının düzmece olduğunu normal sevk kağıdı getirmesini söyledim.Kadın tamam dedi poliklinikten ayrıldı.
Bir kaç gün sonra toplam uzunluğu 100 mt olan tek caddede volta atarken bir adam yanıma yaklaştı.Doktor Osman senmisin dedi.Benim dedim.Sen benim kız kardeşimi muayene etmemişsin,hastaneden kovmuşsun dedi.Senin kız kardeşin kim dedim.O bir kaç gün önceki hastayı söyledi.Ben olayı anlatmaya çalışırken seni şikayet edeceğim dedi yanımdan uzaklaştı.Ben de şikayet ettiğine selamımı da söyle diye arkasından bağırdım.
Bir kaç gün sonra yine poliklinik yaparken hizmetli hocam size telefon var diye beni çağırdı.Başhekim odasına gidip telefona cevap verdiğimde ben sağlık müdürü Seyfettin dedi.Ben daha buyrun müdür bey diyemeden başladı kızmaya,sen nasıl hastaları kovarsın,şöyle böyle diye bağırarak beni fırçalamaya.Olayı bile dinlemek istemiyordu.Kadının kardeşi bunun kirvesiymiş.Bu kirvelik oralarda çok önemli bir bağ.Bu bağırırken benim kafamın tası attı.Ne bağırıyorsun lan dedim.Bizim Seyfettin bir anda sustu.Sen ne ilkokul müdürüsün,nede ben ilkokul talebesiyim,adam gibi dinleyeceksen anlatayım yoksa telefonu kapatıyorum dedim.Seyfettin yine bir şeyler diyecekken telefonu suratına kapattım.
Aradan onbeş gün geçti beni Diyarbakır merkezde bulunan 1989 da Iraktan kaçıp gelen(şimdiki Suriyeliler gibi) Peşmergelerin ikamet ettirildiği kampına 46 gün geçici görevle görevlendirdi.
Altı doktor benim gibi sürgün olarak kampa görevlendirilmişti.Yazın Diyarbakırda salgın hastalıklar,özellikle amipli ve bakteriyel dizanteri vakaları çok olduğu için (çok zorunlu haller dışında oda 3-5 günü geçmemek şartıyla ) doktorlara yıllık izin verilmiyordu.
Görevlendirilen altı doktor arkadaşla öğle yemek yerken altı doktorun kampa fazla olduğunu ,iki grup halinde süreyi 23 gün olarak ikiye bölmenin bizim için daha uygun olduğuna karar verdik ve bu kararımızı da uyguladık.Ben birinci grup çalıştım ve Temmuz ve Ağustos aylarında (kafadan bir haftada ben ekleyerek )30 gün tatil yaptım.
Seyfettinin sürgünü bizlere ödül oldu.
16 ay Diyarbakır macerasından sonra Ankara tayin olup geldikten sonra bizim Seyfettininde makamında kimliği belirsiz bir şahıs tarafından vurulduğunu duydum.Sebebi hakkında çeşitli rivayetler vardı.Bu rivayetlerden biride yine gayri ahlâki bir ilişkiydi.Meslek hayatımda otuza yakın sağlık müdürü ile çalıştım,içlerinde adam diyeceğim bir, iki kişi ancak çıkar.
İrfan kardeşim senin Bahattin beni bizim Seyfettine götürdü.Var olasın.Anılarımı canlandırdın.Yine anılarını paylaşmanı çok isterim.Selamlar,iyi geceler…
Kıymetli Ankara Tıp 88 mezunlarından dönem arkadaşım, meslekdaşım osman nuri hocam, bu değerli hatıranı bizlerle paylaştığın için çok teşekkür ediyorum, her zaman derim, hekimler bu ülkenin en iyi eğitimli, en seçkin, en donanımlı meslek gruplarının başında gelir. Biz kendi değerimizi ve ağırlığımızı bilsek, örgütlü ve dayanışma içinde olsak bize kimse haksızlık ve hukuksuzluk edemez, haddini hududunu bilir. Ama ne yazık ki, şu da bir gerçek ki hekimlere en büyük zararı veren, kötülük yapan yine hekimlerdir. Hekim hekimin kurdu olmasa ne güzel olurdu. Selamlar
Bu anının ve bu sitede yayınlanmış diğer anıların gözden geçirilmiş son hallerinin ve ayrıca yayınlanmamış birçok anının yer aldığı ve bir yılı aşkın süredir üzerinde çalıştığım kitabım “BENİM YOLUM / Tababet San’atının İcrası İle Geçen 33 Yıl”, 08.12.2021 tarihinde okuyucu ile buluştu. Kitap 378 sayfa olup Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık (KDY) yoluyla yayınlandı ve kitapyurdu sitesinde satışa sunuldu. Kitabı incelemek ve edinmek isteyenler için internet adresi; https://www.kitapyurdu.com/kitap/benim-yolum/602498.html
“BENİM YOLUM – Tababet San’atının İcrası İle Geçen 35 Yıl” KİTABIMIN “GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ VE İLAVELİ 2. BASKI”SI ÇIKTI.
İKİNCİ BASKIYA ÖN SÖZ’Ü OKUMAK İÇİN;
https://profdrirfanyalcinkaya.blogspot.com/2023/09/benim-yolum-tababet-sanatnn-icras-ile.html