“Kafu mi draga ispeci, bas kao da je draga za tebe (bana kahve pişir sevgilim, sanki kendine pişiriyormuş gibi)” sözleriyle başlayan Sevdalinka, sizi ellerinizden tutup, varsa kanatlarınızdan çekip “aşk âlemine” doğru uçurur. Sözlerini kimin yazdığı, ne zaman ve kim tarafından bestelendiği bilinmeyen ama asırlardır büyük bir kültürel çeşitlilik içinde Balkan coğrafyasında kişiye, şehre, ülkeye, hatta İstanbul’a duyulan özlemi dile getiren sevdalinkalar, ismini etimolojik olarak Türkçe “aşk” anlamına gelen “sevdah”tan alır. Instagram fenomeni yeni gelinlerin veya hiper-kapitalizm döneminin ürünü, bilmem kaçıncı dalga kahvehanelerde “sunum” adı altında otla böcekle çiçekle katledilen Türk kahvesi değildir o. Göstergebilimsel yaklaşımla düz anlamda kafein içeren sıcak içecek gibi görünse de derinde yatan anlamı, bir başka deyişle yan anlamsal boyutu dibindeki “ay-yıldız” ve kulpsuz oluşuyla “aşkın başkenti Saraybosna” coğrafyasındaki eşsiz kültürel formlara taşır bizi. “Türk gibi kahve” içmek deyimini miras bırakan Osmanlı dönemine yolculuktur bu. Tarih boyunca özlemini çektikleri ne varsa bu eşsiz topraklarda yaşayan cefakâr, eziyet çeken, cefakeş halkın, kadife sesleriyle sevdalinkalara işlediği görülür.
Himzo Polovina, Safet Isović, Zaim İmamovic ve diğer sevdalinka ustaları kardeşçesine dile getirir “U Stambolu Na Bosforu (İstanbul Boğazı’nda)” şarkısını. Ve hastalanıp hayatını kaybeden paşa ile eşinin ölüm haberini alınca hayatını kaybeden hanımına duyulan üzüntüyü anlatır “U Stambolu Na Bosforu”. Kavuşanların değil kavuşamadan da sevebilenlerin, kalp ustalarının şarkılarıdır sevdalinkalar. Kavuşulamayan kimi zaman İstanbul, kimi zaman Emina, kimi zaman “majka-anne”, kimi zaman vatandır!
Mevlânâ Muhammed Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273), “sözün dış yüzü, kesinlikle bil ki anlam bağına ve ulu bahçeye dikilmiş bir eşek başıdır” der Mesnevi’de. Renge, seslere, kabuğa odaklanır olduğumuz yeni dünya düzeninde göz ardı edilen anlam sorunu ilk kez 13. yüzyılda Mevlânâ tarafından dile getirilmiştir. Ancak göstergebilim için dünya tarihinin 20. yüzyılı beklemesi gerekiyordu.
Biz iletişim bilimciler ve dil bilimciler, dil bir göstergeler sistemidir deriz. Bunu söylerken Cenevre’de 1857’de dünyaya gelen ünlü dilbilimci Ferdinand de Saussure’ü kaynak gösteririz. Saussure’ün ölümünden sonra öğrencileri ders notlarını 1915’te Genel Dilbilim Dersleri ismiyle kitaplaştırmıştır. Göstergeler ve onların ilettiği anlamlarla ilgilenen göstergebilim; sinema, tiyatro, mimari, tıp ve daha birçok alanda kullanılan bir yöntem haline gelmiştir.
Göstergebilimin sınırlarını genişleten ve şehirlerin de birer metin gibi okunabileceğini belirten Roland Barthes, Göstergebilim ve Şehircilik adlı makalesinde herkesi amatör şehir okumaları yapmaya davet etmiştir. Barthes’a göre kentin bir bölümünün işlevselliği ile anlamsal gücü arasında bir çatışma bulunur. Örneğin haritaya bakacak, yani gerçeğe, nesnelliğe güvenecek olursak sözgelimi iki mahallenin bitişik olduğunu söyleyebiliriz ama bu iki mahalle iki farklı anlamla donatıldığı andan itibaren birbirlerinden kesin olarak ayrılırlar.
Dolayısıyla kitle kültürünün anlamı es geçmesinin nedeni, teknoloji geliştikçe her şeye yetişmesi beklenen ama koşsa da uçsa da hiçbir şeye tam olarak yetişemeyen “tek boyutlu insan” modelidir. Sözde leisure time’da (iş dışı zaman, serbest zaman) seyahate çıkan, tur otobüsüne yetişmek için en yakındaki marketi kısa süre içinde kıra döke talan eden, hatta içeri girmesi için kendisine Türkçe “buyurun geçin” diyen hemşehrisine “thank you” diye yanıt veren “tek boyutlu insan” modeli sözüm sana; yavaşla. Bosna Hersek’i nasıl gezersen gez, görmez misin dağlara, kentin yamaçlarına, parklarına beyaz güvercinler gibi konan şehitleri? Bilge Kral’ın etrafını sarmışlar da bir elleri gökte, bir elleri yerde. Başka nerede görebilirsin böyle aşkın bin bir türlüsünü? Batı kentlerinde bulunmaz böylesine yüzleşme; Sacher Torte’ye şöyle kremasına da dokundurarak çatal sallarken göz göze gelemezsin yalan ve gerçek dünya ile. Çünkü bütün mezarlıklar şehir dışındadır, gözlerden uzakta. Mevlana’nın dediği gibi “sen dünyayı gözün kadar görürsün” ancak.
Saraybosna’da Osmanlı Dönemi (1435-1878), bir mühendislik ve inşa dönemi olarak nitelenebilir. Kent, mahalleler ve ticaret merkezi olacak şekilde iki ana prensip üzerine inşa edilmiştir. Cami, türbe, mektep, medrese, imaret, han, bedesten, dükkân, saat kulesi, içme suyu kaynakları, çeşmeler, hamamlar, köprüler, şadırvanlar peşi sıra inşa edilmiştir. Balkanların günümüze kadar orijinal haline sadık kalınarak korunabilmiş en iyi çarşısı Başçarşı’dır (Baščaršija).
İlk medrese de Bosna Sancak Beyi Gazi Hüsrev Bey tarafından 1537-38 yıllarında inşa ettirilmiştir, Kurşumliya (Kurşunluca) Medresesi üzeri kurşunla örtülü olduğundan dolayı bu ismi almıştır. Daha sonra eklenen yapılarla da burası Gazi Hüsrev Bey Külliyesi’ne dönüşmüştür. Mevlana öğretisi Saraybosna’ya yine Gazi Hüsrev Bey ile birlikte 1531’e gelmiştir.
Miljacka Nehri’nin üzerinde nazlı nazlı süzüldüğü cennet vadisi, mis kokulu anne gibi taşır kucağında kentin tarih boyunca katman katman dizilen kent dokusunu. Ne varsa taşır üzerinde dürüst bir şekilde; geçmişe, bugüne, geleceğe dair… İlk bakışta yaralarına âşık eder kendine bakanı bu şehir, benzerler arasındaki çekim gücüyle, ardından derinde yatan anlam gelir “bujrum (buyrun)” diyerek.
Oysa “bir hafta sonu kent yaşamından kaçalım”, “tur otobüsüyle bir bakıp çıkalım” kenti değildir Saraybosna. Yoksa yediğiniz Boşnak böreği, cevabi ve tufahiye tatlısı dönüş yolculuğunda uçakta dile gelir de aynısı sizde de var niye bu kadar yolu teptin diyerek geri dönmeye kalkar. Suyumdan içmeden nereye gidiyorsun diye gönül koyar Gazi Hüsrev Bey çeşmesi. Rivayettir, iki çeşmenin birinden su içenin kısa sürede bir Boşnakla evlenmesi, diğerinden içenin de Saraybosna’ya tekrar gelmesi. Her ikisinin özünde de aşk vardır aslında. Aşkın bin bir türlü hali var; ister kişiye ister kente. Siz hangisini isterseniz onu seçin kendinize.
Bir tur otobüsünün yaklaşmasıyla arı kovanına döner bir anda Latin Köprüsü’nün üzeri. Görünürde I. Dünya Savaşı’nın kıvılcımını yakan Avusturya arşidükü Ferdinand’ın vurulduğu köprüdür. Selfie için idealdir, check-in için verimlidir. Ancak Latin Köprüsü’nün güneyinde bulunan, yürüyerek 15-20 dakikalık mesafedeki Vrbanja Köprüsü’nden Suada ve Olga’nın çığlıkları duyulur. Saraybosna Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Suada Dilberovic ile Bosna Hersek Meclisi’nde çalışan iki çocuk annesi Olga Sucic, Sırp paramiliter birliklerin saldırıları sonucu Vrbanja Köprüsü’nde öldürülen, Saraybosna kuşatmasının ilk sivil kurbanlarıdır. Şimdiki adıyla Suada ve Olga Köprüsü’nde bir levha üzerinde yazanlar 5 Nisan 1992 sonrası neler yaşandığının en önemli göstergelerinden biridir: “kap moje krvi poteče i Bosna ne presuši (bir damla kanım aktı, Bosna kurumadı)”. Miljacka Nehri’nin etrafında kurulan Saraybosna 1990’lı yıllara kadar Müslüman, Katolik, Ortodoks ve Musevilerin yıllarca barış içerisinde yaşadığı topraklardı. Ta ki, 1425 gün süren ve modern tarihin en uzun kuşatması olan bin 601’i çocuk 11 bin 541 kişinin hayatını kaybettiği Saraybosna kuşatmasına kadar.
Aşkın başkenti Saraybosna bu, kelime denen kalıplara sığdırmam çok zor anlamı; ancak her şeye rağmen umutla ayakta kalan, sanat, kültür ve edebiyatın en güzel formlarını sürdürmeye devam eden güzel insanlar diyarını Mesnevi yardımıyla anlatabilirim belki.
Bir sevgili aşığına “beni mi daha çok seversin, kendini mi?” diye sordu. Aşık, “ben kendimden ölmüşüm, seninle diriyim; kendimden, kendi sıfatlarımdan yok olmuş, seninle var olmuşum. Kendi bildiğimi unutmuş, senin bilginle âlim olmuşum. Kendi gücümü hatırdan çıkarmış, senin gücünle güçlenmişim. Kendimi seversem, seni sevmiş olurum; seni seversem kendimi sevmiş olurum” dedi.
Divanhana’dan “Kafu mi draga ispeci” tüm âşıklara gelsin; hem de bol köpüklüsünden…
1 yorum
Şiir gibi bir yazıydı. İlk bakışta çok kolay yazılıvermiş gibi görünür; bu tür yazılar. Oysa büyük emek ister. Bilgi ister, yetenek ister. Ne güzel ki, yazarda hepsi de var bunların. Fazlasıyla hem de.
Bu güzel yazıyı bana ulaştıran yarım yüzyılı aşkın değerli dostum İbrahim Ekmekçi’ye en içten teşekkürlerimi iletirken, yazar Prof. Dr. Nurdan Akıner’i de yürekten kutlarım!
Almanya, İngiltere, İspanya, Tunus, ABD ve Meksika’ya kadar gidip de burnumun dibindeki Saraybosna’yı görememenin utan-
cıyla noktalıyorum sözlerimi.