Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), 31 Aralık 2008 tarihi itibariyle Sağlıkta Uygulama Tebliği (SUT)’nde önemli değişiklikler yaptı. Bunlar daha çok, önceki tebliğde yer alan yanlışların düzeltilmesine dönüktü. Örneğin; 1 Ekim 2008 tarihi itibariyle sevk zorunluluğu aranılan dört il dışında aile hekimliğine geçilen diğer illerde hastanelere başvuru için aile hekiminden sevk zorunluluğu aranması koşulu 1 Temmuz 2009’a ertelendi. İşlem tekrarı için süre sınırlaması acil, yatarak tedavi gören ve onkoloji olguları için kaldırıldı. Refakatçilerin yemek giderleri, yatak ücreti dışında ödenmeye başlandı.
Bu durum, önceki tebliğde yapılan yanlışların kabulü anlamına geliyor. Sözünü ettiğimiz bu değişiklikler olumlu yönde atılmış birer adım. Ancak öngördüğümüz ve uyardığımız (Bakınız 13.10.2008, 17.11.2008, 22.12.2008 ve 29.12.2008 tarihli Medimagazin’de yayınlanan yazılarımız) tehditleri ortadan kaldırmak için çok yetersiz.
Aslında işin doğrusu: Bir karar alıp, sonrasında “yanlış olmuş düzeltelim” yerine; başta konunun taraflarıyla oturup tartışarak doğru karara varmaktır. İşin uygulayıcılarıyla konuşmadan, alınan kararların pratiğe nasıl yansıyacağını hesaba katmadan masa başında karar almaktan vazgeçmektir. Bu yapılmadığı için, sağlıkta çok sancılı bir dönem yaşıyoruz. Alınan kararlardan herkes rahatsız ve tedirgin. Başta hastalar ve hasta örgütleri olmak üzere, Sağlık Bakanlığı yetkilileri, hekimler, eczacılar, kamu hastaneleri, üniversite hastaneleri, özel sağlık kurumları, sağlık çalışanlarını temsil eden sendikalar, sağlık meslek örgütleri durumdan şikâyetçi. Böyle olmamalı. Konunun tarafı olan herkesi dışlayarak karar alınması, demokratik geleneğe aykırı. Konunun taraflarına sorularak uzlaşıyla karar alınmalı.
Örneğin, SGK eğer fikrimi sorsaydı, onlara aile hekiminden sevk edilmeden hastaneye başvuranların sağlık harcamalarının ödenmemesi uygulamasına 1 Temmuz 2009’da da geçilmemesi gerektiğini; Türkiye’nin alt yapısının buna uygun olmadığını söylerdim. Bu uygulamanın, yıllardır mezun ettiğinden fazla sayıda hekimi uzman yapan eğitim/sağlık politikasına ters düştüğünü; eğer bu sisteme geçilecekse, sağlıkta insan gücünün buna göre planlanması gerekeceğini ve bu nedenlerle geçişin yıllarca sürmesi gerektiğini anlatırdım. Aksi takdirde bu kadar yetişmiş insan gücünün ve buna ayrılan kaynakların israf edileceğini; hastanede hizmet vermek üzere yetişmiş çok sayıda nitelikli elemanın boşta kalacağını; bu insanların yaşamlarının, mesleki kariyerlerinin heba edileceğini söylerdim. Diğer taraftan bugüne kadar her ilçeye, hatta köylere kadar hastane inşa edildiğini; bu uygulamayla tüm bu yatırımların işlevsiz kalacağını; mevcut hastanelerin, azalacak olan hasta sayılarıyla ayakta kalamayacağını; sistemin bütünüyle çökeceğini ve büyük sıkıntılar yaşanacağını belirtirdim. Yine, halkımızın hastaneden ve uzman hekimden hizmet almaya alışkın olduğunu; yakın geçmişte “sevk uygulamasının kaldırılıp, herkese hastanelerin yolunun açılmasının”, mevcut iktidara seçim kazandırdığı bir ülkede, seçimden sonra hastaların hastane kapılarından döndürülmesinin sosyal gerçeklerle uyuşmayacağını ve bu uygulamanın faturasının ağır olacağını hatırlatırdım. Türkiye’de çok az sayıda aile hekimi olduğunu; hastanelere ve uzman hekime ulaşması engellenen hastaların, “aile hekimi” diye “aile hekimi yetkileri verilmiş pratisyen hekime” yönlendirilmesinin hastalarda oluşturacağı duyguya; hastanın karşısındaki hekimin gerçekte aile hekimi uzmanı olmamasından dolayı hizmetin nitelik ve niceliğinde ortaya çıkabilecek sorunlara dikkati çekerdim. Bu koşullarda bir “aile hekimi”nin günde 90-100 hastaya poliklinik hizmeti vermek zorunda kalacağını; bunun aile hekimliğine aykırı bir durum olduğunu; bu durumdaki hekimin ne gebe, ne de sağlıklı bebek/çocuk takibi yapamayacağını, aşılama, sağlık eğitimi gibi görevlerini yerine getiremeyeceğini; her şeyin sağlık ocakları sisteminde olduğu gibi kağıt üzerinde kalacağını; maliyetleri kat kat artıran aile hekimliği sisteminin bu uygulamayla işlevsiz/başarısız hale getirileceğini ve tüm kaynakların ve emeklerin heba edileceğini; sonucun hüsran ve hasta memnuniyetsizliği olacağını; aile hekimliği sisteminin de sağlık ocakları gibi fiyaskoyla sonuçlanacağını sıralardım. Sevk zorunluluğunun, aile hekimliği uygulamasının yaygınlaştırılması; yeterli sayıda gerçek aile hekimi uzmanlarının yetiştirilip, görevi üstlenmeleri; aile hekimliği merkezlerinin etkinliğinin görülüp kanıtlanması; halkın ve hastaların aile hekimliğinden hizmet almaya alışmalası ve bu merkezlere güvenlerinin oluşması sonrasında uygulanmasının doğru olacağını söylerdim. Birinci basamağın etkinleştirilmesinin doğru bir yaklaşım olduğunu; ancak bunun sevk zorunluluğuyla başarılamayacağını; toplumu birinci basamaktan hizmet almaya alıştırmak, birinci basamağı güçlendirip, hasta beklentilerini karşılayacak hale getirmek ve birinci basamakta hasta memnuniyetini artırmakla zaman içerisinde bunun yapılabileceğini; bu arada diğer sağlık kurumlarının ve sağlık sistemimizin bu uygulamadan zarar görmeyecek şekilde yeniden yapılandırılması ve sevk zorunluluğunun en son adım olması gerektiğini belirtirdim.
İşlem tekrarı için süre sınırlaması uygulamasından onkoloji hastalarıyla, acil ve yatan olguların hariç tutulmasının doğru, ancak yeterli olmadığını; bu uygulama için SGK’nın sözleşme yaptığı kurumlardan aldığı hizmetlerin kalite kontrolünü yapması; akredite edilmeyen kurum/laboratuvarlardan hizmet almaması; hastaya yapılan bir tetkikin/işlemin tekrarının ödenmemesi için, ilk yapılan tetkikin/işlemin standartlara ve tekniğine uygun olarak yapıldığının garanti edilmesi gerektiğini anlatırdım. Aksi takdirde, önceki tetkikin yetersizliğinden kaynaklanacak tanı ve tedavi hatalarının hukuki sorumluluğunun kurumdan tazmin edilebileceğini hatırlatırdım.
Sanırım, bunları söyleyeceğimi bildikleri için bana sormuyorlar.