Başbakanın senkop geçirmesiyle alakalı gelişmeler üzerine bir gazetede Başbakan\’ın \’gizli şeker\’inin olduğu öne sürüldü ve Başbakan\’ın yapılan kan tahlilinin sonuçları birinci sayfadan yayınlandı. Ancak Başbakan’ın tedavi gördüğü Güven Hastanesi’nin sahibi Dr. Ahmet Küçükel, bu bilgileri yalanladı. Küçükel, \"Böyle bir teşhisin konulması için şeker yüklemesinin yapılması gerekiyor. Sayın Başbakan\’a henüz böyle bir yükleme yapılmadı. Ancak daha uygun bir zamanda, mutlaka bu yüklemeyi yaptırması önerildi\" dedi. Ama bunu söylerken o gazetede yayımlanan kan tahlili sonuçlarını da doğruladı.
Bunun üzerine medyada, Başbakan’ın hastalığıyla ilgili olarak çok da yabancı olmadığımız türde spekülatif haber ve yorumlar başladı. Türk kamuoyu olarak, bizler buna alışığız. Geçeh nafta kaybettiğimiz Sn. Bülent Ecevit’in hastalığıyla ilgili spekülasyonlar daha hafızalardan silinmeden, bu kez R. Tayip Erdoğan’ın rahatsızlığıyla ilgili söylentiler aldı başını gidiyor.
Olaya objektif olarak bakmaya çalışırsak, bir ikilemle karşı karşıya kalıyoruz. Bir taraftan, toplumun, başbakanın hastalığını merak ettiği ve bununla ilgili bilgi edinme ihtiyacının olduğunu görmek gerekiyor. Gazetecinin görevi de, zaten bu talebi karşılamaktır.
Diğer taraftan, hastanın izni olmaksızın, hastalığıyla ilgili bilgilerin üçüncü kişilerle paylaşılması, hem etik değildir, hem de yasal olarak bir suçtur. TCK’ nın 134-137. maddeleri özel hayatın gizliliğini ihlal suçuna 6 ay-2 yıl hapis öngörüyor. Suçun basın-yayın yoluyla işlenmesi durumunda ise, 1/2 oranında ceza artırımı getiriyor. Hele, memurun yetkisini kötüye kullanması ile belli bir meslek ve sanatın sağladığı kolaylıktan yararlanarak bu suç işlenirse, 9 ay-3 yıl hapis istenebiliyor. Yani sağlık çalışanları, meslekleri gereği kolayca ulaşabildikleri hastalara ait bilgi ve belgeleri, örneğin kan şekeri değerini, hastanın izni olmaksızın başkalarıyla paylaşırlarsa ve bu basın organlarında yayınlanırsa, söz konusu kanunun ağırlaştırılmış hükmü içerisine giren bir suç olmaktadır.
Bu iki uç arasında olayı nereye yerleştirmemiz gerektiği ise, çok açık değil. Sanırım asıl sorumluluk, bu bilgileri basına sızdıran kişilerde. Bir gazetecinin, kendisine ulaşan böyle bir veriyi kullanmaması, çok güçlü bir ilkesel direnç gerektiriyor. Bu bakımdan Başbakanı tedavi eden kurumun, sorumluluğunun gereğine yakışır tarzda özeleştiri yapması lazım.
Hasta hakları savunucusu bir hekim olarak, Sn. Bülent Ecevit’e yapılan muameleye karşı çıktığım gibi (12 Haziran 2006 tarihli Medimagazin), Sn. Erdoğan’a yapılanların da doğru olmadığını düşünüyorum. Kuşkusuz hastalar başta olarak, herkesin gizli kalmasını istediği mahrem bir alanı vardır. Hasta mahremiyeti kapsamında, hastaların, hastalıkları, teşhis ve tedavileriyle ilgili bilgi ve belgelerin, hastanın tıbbî bakımıyla, teşhis ve tedavisiyle doğrudan ilgili olmayan üçüncü kişilerden, hastanın izni olmaksızın gizlenmesi gerekmektedir.
Hastalığıyla ilgili bilgiler, üçüncü kişiler tarafından hasta aleyhine kullanılabilir. Onun sosyal statüsünü, ekonomik durumunu, iş yaşamını, özel yaşamını, politik geleceğini etkileyebilir. Herhangi bir vatandaşa kullandırılan bu hak, başbakandan esirgenmemelidir.
Bir hekim veya sağlık kurumu, izinlerini almaksızın kendisine başvuran ve/veya tedavi ettiği hastaların kimliklerini deşifre edemez. Hastalığının adı ve karakteri; muayene ve tetkik bulguları; tedavisi; tedaviye verdiği yanıt ve beklenen seyir; hastanın tedavi giderlerinin tutarı, ödeme şekli ve ziyaretçilerinin kimliği hastanın izni olmaksızın başkalarına açıklanamaz. Kişilerin hangi amaçla o sağlık kurumuna başvurdukları ve hangi bölümde muayene oldukları, hangi testleri yaptırdıkları başkalarına bildirilemez. Ancak, Başbakan sıradan bir hasta gibi değildir. Başbakan’ın hastalığı toplumu yakından ilgilendirir. Bu sadece duygusal bir bağ da değildir. Ekonomik ve politik dengeler, mali piyasalar bu gelişmeden etkilenebilir. Bundan dolayı, Başbakan’ın hastalığı toplumdan gizlenemez. Zaten bu, pek mümkün de değildir. Bu gibi durumlarda, kamuoyunun bilgilenme ihtiyacı legal yollardan karşılanmalıdır. En iyisi, Başbakanlık basın bürosunun, Başbakan ve ailesinin iznini alarak, kamuoyuna hızlı, doğru bilgi akışını sağlamasıdır. Bilgilendirme yeteri ölçüde dinamik yapılırsa, bu tür spekülasyonlara mahal kalmaz. Hem kamuoyunun talebi karşılanır, hem gazetecilerin görevlerini yapmaları kolaylaşır, hem de yalan yanlış spekülasyonların önü alınarak, Başbakan’ın mağduriyeti önlenmiş olur.