Türkiye, 2017 yılında keskin tartışmalar sonucunda başkanlık (cumhurbaşkanlığı) sistemine geçmeyi kararlaştırdı. Bu, büyük bir katılım sonucunda çoğunluğun verdiği demokratik bir kararla gerçekleşti. 2018 yılında yürürlüğe girdi.
Seçim sürecinde başkanlık sistemiyle ilgili muvafık ve muhalif yönde çeşitli düşünceler öne sürüldü. Muvafık yönde savunular yürütmedeki çift başlılığın ortadan kaldırılmasında, muhalif yöndeki eleştiriler ise otokratizm tehlikesinde düğümlenmekteydi. Ama bunlar daha çok sahne önünde sarfedilen sözlerdi. Sahne arkasında ise farklı kaygı ve beklentiler söz konusuydu. Birinci kesim laisist bürokratik vesayeti kökünden kazıyıp siyasal iktidarı tek iktidar odağı yapmak istiyordu. İkinci kesim ise laisist bürokrasinin ele geçirilmesi veya yok edilmesi suretiyle devlet iktidarının tamamen muhafazakarların eline geçmesinden kaygılanıyordu. Birinci kesim Ak Parti etrafında toplanan ittifakı, ikinci kesim ise CHP etrafında toplanan ittifakı temsil etmektedir. Sonuçta birinci kesimin beklentileri de ikinci kesimin kaygıları da boşa çıkmıştır. Bu yarışı, eski ideolojik saplantılarından kurtulan ve kendini yeniden yapılandıran yerleşik devlet kazanmıştır.
Türkiye’de devlet iktidarı Batıcı laisist bürokratik elitler ile merkez sağ partiler arasında paylaşıla gelmiştir. Yakın siyasi tarihimiz bu iki kesimin güç mücadeleleriyle geçmiştir. Laisist Batıcılar cumhuriyetle birlikte devlet iktidarının tümüne, temsili demokrasiye geçtikten sonra ise yarısına sahip olmuşlardır. Cumhuriyetin siyasal elitleri, Osmanlı’nın millet-i hâkim ve millet-i mahkûm şablonunu, sadece aktörlerini değiştirerek, aynen iktibas etmişlerdir. Osmanlı’nın millet-i hâkimesi olan Sünni Müslümanlar Cumhuriyet döneminin millet-i mahkûmesi konumuna düşmüştür. Necip Fazıl’ın “öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya..” beyti bu durumu betimlemektedir. Laisist Batıcılar ise yeni düzenin millet-i hâkimesi, yani efendisi konumuna yükseltilmişlerdir. Ancak Cumhuriyet’in millet-i hâkimesi sayıca azdı. Bundan dolayı hep radikal olmuşlardır. Nitekim milli mücadeleyi yapan demokratik meclisi kapattılar. Çok partili seçim sistemini yasakladılar. Kuvvetler birliğini yerleştirdiler. İstisnai mahkemeler kurdular. Hukuk devletini öldürdüler. Sadece siyasi alanı dizayn etmekle yetinmediler, sivil toplumu da dizayn etmek istediler. Bu amaçla milletin çocuklarını laisist yapmak için devletin ideolojik ve bastırıcı aygıtlarını seferber ettiler. Bu hukuksuz, demokrasisiz yarı totaliter rejimi 1950’ye kadar sürdürebildiler. Sovyet korkusu ve ABD teşvikiyle çok partili siyasal sisteme geçtiler. Suriye gibi Sovyet Rusya’nın bir peyki olmayı da seçebilirlerdi. Şükür Batı’dan yana tavır aldılar. Öte yandan demokrasiyi bir türlü içlerine sindiremediler. Seçilen sağ partilerin iktidarını darbelerle muhtıralarla devirdiler. Bunu rutin haline getirdiler. Lastikli anayasaları merkez sağ iktidarlarının başında demoklesin kılıcı gibi sallandırdılar. Muhafazakâr partileri vesayetin payandaları haline getirdikleri mahkemelerle kapattırdılar. Siyasileri hapsettiler, hatta bir başbakanı idam bile ettirdiler. Bu arada haklarını ve canlarını aldıkları siyasileri anti demokrat, kendilerini de Rousseau’dan yaptıkları güzellemelerle demokrat ilan ettiler! Laiklerin taşra aydınları mazilerine halen demokrat gözüyle bakmaya devam ediyorlar.
CHP ile simgeleşen laisistler, gelinen noktada bürokrasi üzerindeki vesayetlerini kaybettiler. Islahat Fermanı sonrasında caddelerde “biz gavurlarla eşit olduk, vay halimize diyen” Sünni Müslümanlar gibi ötekilerle eşit olmanın şokunu atlatmaya çabalıyorlar. Son seçimler laisistlerin hazmını kolaylaştırmış görünüyor. Nikah dualarından, hakim başörtüsünden rahatsız olmak gibi örnekler pek de geneli yansıtmıyor. Böyle marjinal yobazlıklar her kesimde bulunabilir. Laisistler iktidara gelmeleri durumunda bürokratik vesayete dayanmadan ülkeyi nasıl yönetecekleri konusunda çok kaygılılar. Çünkü organik parçası olmadıkları yerleşik devletle birlikte çalışmak zorunda kalacaklar. Halkın popülist beklentileriyle yerleşik devletin tartışmaya açık olmayan politikaları arasında denge kurmaları gerekecek. Yerleşik devlete doğası gereği yaslanamayacaklar, topluma güvenip dayanmak gibi tecrübeleri de bulunmuyor. Gramsci gibi akil öncüleri de yok. Yıllarca milletin tarihiyle, kültürüyle kavga etmişler. Bu konuda imajları da hiç iyi değil. Hele! Üçüncü dünya makxistleri ile ayrılıkçı Kürtçüleri bagajında saklayıp bu milletin ve onun devletinin güvenini kazanmak pek zor olacaktır. Laisistlerin siyaset yapmadan, iktidara gelmeden iktidar olma imkanları sona ermiştir. Zihniyetlerini ve partilerini yeniden yapılandırmak zorundalar. Bunu bir an önce yapmalıdırlar. Çünkü Ak Parti’nin duvarları içerden balyozlarla, dışardan mancılık gülleleriyle refahçılar tarafından dövülmektedir. Düştü düşecek. Yeni bir merkez sağ parti oluşursa iktidarı bir daha rüyalarında görürler.
Ak Parti elitleri, bürokrasi üzerindeki zayıflayan laisist hegemonyayı iyice kırıp devlet iktidarının tümüyle kendilerine kalacağını umdu. Başkanlık sistemiyle laisist hegemonya gerçekten kırıldı. Ne var ki yerleşik devlet, devletçi milliyetçi çizgide muhafazakarları ve laikleri dışlamayan bir formülde yeniden dirildi. Bütün kritik kurumları Ak Parti’nin elinden çekip aldı. Tayyip Erdoğan’ı da koltuğa bağlayarak, başına Devlet Bahçeli’yi dikip, kendi adamı olmaya mahkûm etti. Başta güvenlik sektörü olmak üzere iç işleri, dış işleri ve kritik bütün kurumlarda hegemonyasını kurdu. Pis değneği başkasına tutturmak gereğince kritik kurumlardan sadece ekonomi kurumunu Ak Parti’ye bıraktı. Tayyip Erdoğan, bağlı olduğu ve başında Devlet Bahçeli’nin beklediği koltuğundan Ak Parti’nin eski refah tandanslı kadrosunun merhametine sığındı. Karşılığında YÖK, Milli Eğitim, Diyanet ve bunlar gibi iktidar değeri taşımayan kurumları onlara verdi. Kritik olan ekonominin yönetimini de bunlara verdi. Refahçılar, başta ekonomi olmak üzere tüm kurumları kaprisle yönettiler. Tüm devlete hükmetmeyi beklerken, onları yerleşik devlete, onun uzantıları MHP ve Perinçek’in adamlarına kaptırmanın hırçınlığıyla hazineyi yağmaladılar / yağmalattılar. Devlet bankalarının bazılarını katılım bankası yaparak bunların tamamını ele geçirdiler. Keza çok karşı oldukları faizli devlet bankalarına da bayağı adam soktular. Tekfir ettikleri o faizli bankalarda nasıl çalışıyorlar bilmiyorum. Ama ekonomi hazine ve maliyeyi batırdıklarını iyi biliyorum. Nitekim yerleşik devlet ekonomi yönetimini R.Tayyip Erdoğan’dan da refahçılardan da çekip aldı. Batı da sermaye getirmek ve ekonomiyi akredite etmek şartıyla düşman Batı’nın adamlarına verdi. Refahçılar, ilk önce oy vermeyen muhafazakarları düşmanlaştırarak hıyanet ve beceriksizliklerini örtbas etmek istediler. Yetmeyince, Ak Parti’ye oy vermiş muhafazakarları suçlamaya başladılar. Süleyman Soylu’nun bunlardan çektiğini kimse çekmemiştir. Ak Parti’nin imkanlarından sınırsızca yararlanan Ak Parti dışındaki refahçılar ise Ak Parti’yi anti İslamcılıkla, Gazze davasına ihanet etmekle suçladılar. Özellikle yerleşik devletin uzantısı MHP’yi düşman bellediler. Kemalistlere, MHP’lilere ve Perinçekçiler’e olan husumet duyguları onları FETO’ye yaklaştırdı. Egemen oldukları kurumlarda örtülü bir FETO sulhu uyguladılar. R.Tayyip Erdoğan ise kendisini koltuğa bağlayan yerleşik devlet ile elindekilerin tümünü verdiği eski dava arkadaşları refahçılar arasında sıkışıp kaldı. Kendisine Allah kolaylık versin.
Başkanlık sistemine geçilmesiyle yürütmedeki çift başlılık ortadan kalkmış, yürütme güçlenmiştir. Dahası, yerleşik devletin geniş bir tabana sahip muhafazakâr sağ partileri arkasına alarak gücüne güç katmıştır. Bu gelişme, yerleşik (derin) devletin yeniden konsolidasyonu olarak değerlendirilebilir. Bu güçlü devlet olmazsa savunma sanayisindeki güzel hikayeler yazılamazdı. Azerbaycan’daki İran ve Ermenistana karşı başarı hikayesi gerçekleşmezdi. Libya’da, Suriye’de, Irak’da daha birçok ulus aşırı memlekette devletin varlık göstermesi mümkün olmazdı. Yerleşik devletin güçlenmesi ayrılıkçı siyasetin ümüğünün sıkılmasında, FETO’nun nefessiz bırakılmasında, savunma sanayisinin gelişmesinde, dış politikada ve sınır dışı askeri operasyonlarda olumlu, ama demokrasi açısından pek de olumlu sayılamaz.
Bilmek gerekir ki, yerleşik devletin laik ideolojik prangalardan kurtulması Türkiye’nin değişip gelişen vizyonuyla ilgilidir. Devletin artık içerde aslan, dışarda kuzu politikası değişmiştir. Türkiye orta ölçekli ülke konumuna yükselmiştir. Kendi bölgesinde politika belirleyen aktörler arasına katılmıştır. Dışarıya açılarak büyüme vizyonu benimseyen devletin, toplumuyla kavga etme şansı kalmamıştır. Sırtınızı dayadığınız, çocuklarını cepheye sürdüğünüz milletin diniyle, cibilliyetiyle oynayarak büyük denizlere açılamazsınız.
Güçlenen devlet iktidarı karşısında temsili demokrasinin zayıfladığını söylemek abartı olmayacaktır. Öte yandan darbelere, muhtıralara ve parti kapatmalara bel bağlayarak iktidar olmanın yolu da kapanmıştır. Evet, yerleşik devletin desteklemediği partinin iktidar olması bugün de zordur. Ama yerleşik devlet de temsil kabiliyeti yüksek, tabanı geniş partileri desteklemek zorundadır. Çünkü büyük devlet vizyonu bunu gerektirir. Büyük devlet toplumuyla kavga etmez, küçük kamplaşmalara ve ideolojik kavgalara taraf olmaz. Nitekim başkanlık sistemi parti farklarını ve marjinallikleri törpülemiştir. Kutuplaşma yerine ittifak siyasetini teşvik etmiştir. Eskide olduğu gibi dar alanda kısa paslaşmalarla siyaset yapmanın yolu kapatmıştır. Kısaca siyasetin alanı daralmış, ama işlerliği artmıştır. Öyle ki! Ak Parti – MHP ittifakı, yerleşik devletin desteğine rağmen, 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimini ucu ucuna kazanabilmiştir.
Sonuçta başkanlık sistemi yerleşik devleti güçlendirdiği için bir yandan temsili demokrasiyi zayıflatmış, diğer yandan işlerlik kazandırarak ona dinamizm kazandırmıştır. Türkiye’de demokrasinin gelişmesinde, kendisiyle ilgili derinleşmeden çok, hukuk devletinin desteğine ihtiyacı vardır. Demokrasi ancak hukuk devletiyle birlikte devlet iktidarını sınırlandırabilir. Ama bu konu hukukun içeriğini, mekanizmalarını, uygulamasını, burjuvanın özerkliğini, ekonomi politikasını, Osmanlı’da örf – şeriat ilişkisini anlatmayı gerektirir. Bütün bunlar ayrı bir bahis konusu olabilir. Ayrılıkçı Kürtçülerin hukuk devleti ve demokrasiyle ilgili maximalist taleplerini ise değersiz buluyorum. Derdi ayrılmak olan bir grubun hukuk devleti ve demokrasi talepleri ancak retorik olabilir. Türkiye siyasetine eklemleşebilselerdi, bu Türkiye’nin demokrasisi için büyük bir fırsat olabilirdi.
5 yorum
Sayın Dr. Torun
“Efradını cami, ağyarını mani” çok isabetli tafsilatlı bir özet olmuş. İşin ilmini tahsil edenlerin yazdıkları yorumları ve analizleri okumak pek bir keyifli oluyor. Tebrik ederim.
Benim merak ettiğim konu şu; 15 temmuz 2016 kalkışmasından;” yerleşik devlet” nasıl etkilendi?
Gücünün farkına vararak, müstemleke olmaktan vazgeçmeye bu kalkışma girişiminde sonra mı karar verdi?
“‘Libya’da, Azerbaycan’da ne işimiz var” diyen müstemlekecilerin yerli unsurları ile baş edebileceğine nasıl ve ne surette karar verdi?
Gücünün farkında olmadan, “bundan sonrası tufan” diyerek mi karar verdi_
Cevaplarsanız sevinirim.
Bülent Demirbek
Sayın Debirbek, makalemi okuyup değerlendirdiğiniz için teşekkür ederim. Değerlendirmenizden işin erbaplarından olduğunuzu anladım. Takdiriniz beni ziyadesiyle memnun etmiştir. Yönelttiğiniz sorular hakkında hazır cevaplarım yok. Semantik çözümlemeden anladığım kadarıyla, sorular belli iddiaları da barındırıyor. Bunları sizler yorum olarak veya müstakil bir makale olarak kaleme alırsanız, editörün de tensibi ile, daha isabetli olacaktır diye düşünüyorum. Tekrar teşekkür ederim.
Sayın Torun
Ben; okurum, yazamam. Sorduğum sorular; tahminlerimden ortaya çıkan bir çeşit yorumlu sorulardır.
Görüşlerine değer verdiğim Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu bir televizyon konuşmasında -ki linki hemen aşağıda
——– https://www.youtube.com/shorts/Tnyuv3aFA8w ——-
İsmet İnönü’nün 1945, 46, ve 47 yıllarında yaptığı ikili gizli anlaşmalarla; ülkeyi sömürgeden de aşağı MÜSTEMLEKE haline getirdiğini açık, seçik ve net olarak söylemektedir. Anlaşmaları yapan İsmet İnönü’yü de Amerikan Mandacısı olmakla tarif etmektedir.
1960, 1972, 1980 darbeleri de T:C. devletini hizaya sokma girişimidir.
1960 darbesi SSCB ile işbirliği yapma isteğimizden oldu. 1974 te söz dinlemedik Kıbrıs’a asker çıkardık. Önce ambargo ve iç karışıklıklar o da yetmeyince askeri darbe seçeneği devreye sokuldu.
“One minute” çıkışından sonra, devrin hükumetinin ve başbakanının gitmesi gerektiği hükmü verildi. “17- 25 aralık” yargı ile darbe teşebbüsü, “Gezi parkı olayları” denilen halk hareketi ile hükumeti devirme teşebbüsü ve en nihayetinde söz dinlemeyen ve iyice zırvandan çıkan hükumeti devirmek için tertiplenen 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü…
Bütün bu olayları birlikte değerlendiren “yerleşik hükumet” artık müstemleke olmamaya,
ABD ile mücadele etmeye karar verdi. S-400 alma dediler aldı. Savunma sanayii kurmaktan vaz geç dendi, bilakis çalışmalara hız verildi.
Tarihi yazanlar; 15 temmuz 2016 darbe girişiminin halkımızın önlemesini, müstemleke olmaktan kurtuluşumuzun miladı kabul edeceklerdir. Kanaatimce…
Görelim Mevla’m neyler
Neylerse güzel eyler…
Saygılarımla
Bülent Demirbek
İsak Hoca’yı tebrik ediyorum. Çok güzel bir analiz olmuş. “Yerleşik hükümet” yapılanlar karşısında kendine gelmek zorunda kalmıştır. 15 Temmuz bardağı taşıran son damladır. Bugün bölgesinde güçlü, kimseye boyun eğmeyen Osmanlı’nın gücünü hatırlatan konuma ulaşmıştır. Kuvvetler ayrılığı konusunda sıkıntılarımız var; Hukukun üstünlüğü sıkıntılıdır ama bunlar da giderilecek umudundayım. Tayyip Bey ile Devlet Bey başlangıçta el ele verip çalışma yapmış olsalardı, hukukun üstünlüğü de ekonomi ve diğer olumsuzluklar da azalmış olurdu diye düşünüyorum. Yazılarınız çok isabetli, tebrik ediyor devamını sabırsızlıkla bekliyorum.
“Yerleşik hükümet” yapılanlar karşısında kendine gelmek zorunda kalmıştır. 15 Temmuz bardağı taşıran son damladır. Bugün bölgesinde güçlü, kimseye boyun eğmeyen Osmanlı’nın gücünü hatırlatan konuma ulaşmıştır. Kuvvetler ayrılığı konusunda sıkıntılar var; Hukukun üstünlüğü sıkıntılıdır ama bunlar da giderilecek umudundayım. Tayyip Bey ile Devlet Bey başlangıçta el ele verip çalışma yapmış olsalardı, hukukun üstünlüğü de ekonomi ve diğer olumsuzluklar da azalmış olurdu diye düşünüyorum. Yazılarınız çok isabetli, tebrik ediyor devamını sabırsızlıkla bekliyorum.