Doğu ve Batı düşüncesi arasında Orta Çağ’dan başlayarak sonraki dönemlerle ilgili bir karşılaştırma yaptığımızda, Batı düşünürlerinin eserlerinde hep rasyonel ve akla dayalı bir anlayış olduğunu görürüz. İslâm dünyasında felsefenin ve aklın saf dışı bırakıldığı on üçüncü yüzyıldan sonraki dönemlerde Batının tam aksine hep mistik bir havanın estirildiği, zâhidâne bir hayatın gerekliliğinden bahsedildiği görülmektedir. Bu iki zıt anlayışın toplum üzerindeki yansımaları da farklı olmuştur. Batı toplumu kendi düşünsel, bilimsel ve teknolojik devrimini akıl sayesinde gerçekleştirmeye çalışırken, Doğu toplumu ise mistisizmle inziva yolunu seçerek tam tersi bir istikamette rotasını çizmiştir. Bu anlayış, İslâm toplumunu topyekûn bir atalete, tembelliğe, dünyadan el etek çekmeye, dünyayı önemsememeye, seküler olandan yüz çevirmeye ve dünyevi olana geçici gözle bakmaya itmiştir.
Şüphesiz Dünya hayatı sürekli bir akış halindedir. Ayrıca insan için en önemli olan hayat, içinde bulunduğu zamandaki hayatıdır. Bu nedenle Dünya hayatı önemlidir. Müslümanlar için en önemli çıkmaz, Dünyanın hep ihmal edilmesi gereken bir hayat alanı olduğu şeklindeki anlayıştır. Aslında Ahiret ile Dünya hayatı çok farklı uçlarda değildir. Belki aralarında bir boyut ve frekans farklılığı vardır. Ahiret aslında Dünya hayatının devamıdır. Dünyadan göçünce hayat bitmiş olmaz. Ölümle birlikte bu dünyada bırakılan şey sadece kalıp görevini gören bedendir. Bu, bir yılanın deri değiştirmesine benzer. Yılan deri değiştirince yok olmaz. Sadece artık eskimiş olan ve kendisini koruyamaz hale gelen derisini bırakıp yeni imajıyla hayatına devam eder. Ölüm de bir kabuk değiştirmedir aslında. Nefs, eskimiş veya işe yaramaz hale gelen bedeni yılanın kabuğunu terk etmesi gibi terk ederek yoluna devam eder. Burada önemli olan şey, ruhun ebediyette nasıl bir pozisyonda yoluna devam edeceği meselesidir.
Batıdaki skolastik döneme baktığımız zaman kilisenin otoritesinin dini, felsefi, siyasi, sosyal ve bilimsel alanların hepsinde hâkim düşünce olduğunu görebiliriz. Bilim adamlarının Batı’da ortaya koyduğu her türlü felsefi ve bilimsel gelişmenin dini otoritenin mevcut anlayışına ters olduğunda aforoz etme, sürgüne gönderme ve idam etme gibi çeşitli cezalarla karşılaştığı bir gerçektir. Fârâbî, Aristoteles’i âlemin kıdemi konusunda eleştiren Yahya en-Nahvî’nin (d. 490-ö. 570) asıl amacının Sokrat’ın uğradığı akıbete uğramamak için dönemin yöneticilerinin rızasını kazanmak ve halkının kendi aleyhindeki muhalefetini bertaraf etmek olduğunu belirtmektedir. Fârâbî’ye göre Yahya, dini toplumlarda var olan, kendi aleyhindeki şüphe uyandıracak görüşlerden kurtulmak istediğinde ve çoğu karşıtlarına karşı da bu yöntemi kullanmıştır.[1]
Bahsi geçen dönemde Kilisenin mistik anlayışının Batıda bilim ve felsefenin gelişmesinin önünde en büyük engeli teşkil ettiği söylenebilir. Galileo’nin (1564 – 1642) on yedinci yüzyılda güneş merkezli düşüncesinden dolayı cezalandırılması bunun en bariz örneklerindendir. Şu var ki sonraki dönemde Batı toplumu, sürdürülen yanlışın farkına vararak mevcut durumdan kurtulma çarelerini araştırmaya başladı. Bu konuda Doğudaki önemli örnekler taklit edildi. Haçlı Seferleri, öğrencilerin doğu medreselerinde okuyup memleketlerine dönmeleri, Batı’da da Beytü’l-Hikme benzeri tercüme evlerinin kurulması, İslâm bilim felsefesinin Batı’ya taşınmasını sağladı. Zaman tersine dönmüş, Batı rasyonelliğe doğru giderken Doğuda İslâm toplumu ise daha çok mistisizme kayıyordu.
Gelişmelerin seyrine baktığımız zaman Batıda aydın kitlesi, dini, din adamlarını, otoritelerini bilim ve felsefeyi engellediği için tamamen her alanda toplumun dışına çıkarmaya çalıştılar. Çünkü her bilimsel gelişmeye Kilisenin müdahalesi söz konusuydu. Rasyonalitenin hâkim olmasıyla zamanla akıl kilisenin her alandaki otoritesini üstlendi. Rönesans ve reform hareketlerinin de etkisiyle hümanizm düşüncesi etkin oldu. Bilim ve felsefede insan/akıl merkezli bir anlayış hâkim oldu. Aydınlanma döneminde Descartes (1596 – 1650), Leibniz (1646 – 1716), Kant (1724 – 1804), Diderot (1713 – 1784), Montesquieu (1689 – 1755), Rousseau (1712 – 1778) gibi düşünürler, toplumun yeniden inşa edilmesinde bilimsel, felsefi, toplumsal, ekonomik ve siyasi alanlarda çok önemli eserlere imza atarak büyük katkı sağladılar.
Batı toplumu bu şekilde sanayi devrimini gerçekleştirerek Doğu toplumuna göre neredeyse iki üç asır önceden tarımda, hayvancılıkta, yer altı kaynaklarında, kara, deniz, demiryolu ve hava taşımacılığında büyük devrimler gerçekleştirerek aklı almaz bir şekilde bilim ve teknolojide büyük ilerlemeler kaydetti. Bu şekilde gücüne güç katan Batı toplumu, İlk çağdan itibaren sömürdüğü Doğu toplumunu sömürgeleştirme politikasını çok daha kolay yollardan ebedileştirme fırsatı buldu.
Bütün bu gelişmeler neticesinde Batıda doğaya olan ilgi ve yönelim, natüralizmin ve haliyle kapitalizmin doğuşuna sebep oldu. Batı, kendi insanları için bile olsa insan hakları, demokrasi, kadın ve çocuk hakları gibi siyasi ve toplumsal meselelerde iç dinamiklerini güçlendirdi. Hukuk, yönetim ve yasal alanlarda büyük çalışmalarla önemli anayasalarla belli bir düzeye geldi.
Elbette Batıdaki bütün bu gelişmeler beraberinde toplumda sosyal, psikolojik, çevresel ahlaki birtakım problemler de getirdi. Eleştirilen en önemli hususlardan bir tanesi kapitalist ve liberal sistemin toplumsal olarak önce ailede ahlaki çöküntüye sebep olduğu, toplumun dejenerasyona uğradığı, geleneksel, toplumsal ve dini değerlerin tamamen ortadan kalktığı şeklindedir. Şu var ki Doğu toplumunun ahlaktan anladığı şey ile Batı toplumunun ahlaktan anladığı şey arasında büyük farklar vardır. Batı toplumunda devlet malını çalma, ihaleye fesat karıştırma, yolları sahte yapma, inşaatlardan malzeme çalma, devletin işini aksatarak zarara uğratma, görevini yapmama gibi hususlar büyük ahlaksızlık sayılırken, Doğu toplumunda ise bunlar çok da büyük ahlaksızlıklar olarak görülmeyebilir. Bu bakımdan neyin ahlaki ve neyin gayri ahlaki olduğu meselesinde iki toplum arasında büyük farklılıklar vardır. İslâm toplumunda ahlaksızlık kavramı, içki içmek, bayanların açık olması gibi daha çok kişisel hayatla ile ilişkilendirilirken Batı toplumunda bunlara ahlaksızlık demek aslında ahlaksızlık sayılmaktadır. Batıda dolandırıcılık, tefecilik, uyuşturucu ticareti, kimse görmediğinde kırmızı ışıkta geçme, kanunlara uymama, işe alımlarda hakkaniyete uymama ahlaksızlık sayılırken, Doğu toplumunda bunlar pekâlâ gayr-i ahlaki görülmeyebilir.
Süreç içerisinde Batıda bunlar olup biterken Doğu toplumunda, dokuzuncu ve on üçüncü yüzyıllar arasındaki felsefi ve bilimsel dinamizmden pek fazla eser kalmadığı görülmektedir. Bilimsel ve felsefi düşünce giderek gerilemiş, ideolojik, siyasi ve mezhepsel çatışmalar başlamıştır. Ortaçağda Batı düşüncesine damga vuran Kindî (801 – 873), Fârâbî (872 – 950/951), İbn Sînâ (980 -1037), Ebubekir Zekeriyya er-Râzî (865-925), Birunî (973 – 1048) ve Harezmi (780 – 850) gibi filozof ve bilim adamlarından kimyacı, tabip, astronom, fizikçi, matematikçi ünvanıyla önemli sayılabilecek herhangi bir düşünür hiç yetişmedi.
Doğu toplumu, felsefe ve bilim yerine kurtuluşu mistik düşüncede aramaya başladı. Mezhepler, tarikatlar, cemaatler, geri kalmışlığı da kullanarak toplumu himaye altına alma güdüsüyle hareket etmeye başladılar. Bilimsel, felsefi, ekonomik, siyasal olarak zayıf olan toplum, kurtuluşu bir toplumsal gruba bağlanmada bulmaya başladı. Herhangi bir gruba girmek, kişiye bir fayda sağlamasının yanında toplumsal bir prestij elde etme aracı olarak da görüldü. Mistisizm, Doğu toplumunu kendi kaderini Batıdaki gibi belirleme imkân ve kabiliyetinden alıkoyarak tam anlamıyla uzaklaştırdı.
Doğudaki her sosyal, dini hareket, kendi grubunu güçlendirmek için nasslardan yararlanmayı ve nassları kendi lehine yanlış yorumlamaktan da kaçınmadan kullanmaktan geri durmadı. Her grubun lideri veya öncülerinin yorum ve düşünceleri tek doğru kabul edilerek herkes deyim yerindeyse kendine özgü bir din anlayışı kurguladı. İslâm diniyle alakası olmayan sahte anlayışlar dini birtakım ritüellerle süslenerek topluma satıldı. Doğu toplumunda her zaman hâkim olan mistik anlayış Doğunun, Batıdaki gelişmelerden uzak kalmasına sebep olmuştur. Doğudaki anlayış, Batıdaki düşünsel ve bilimsel gelişmelere kendi düzenini bozabilme endişesiyle her zaman temkinli ve ihtiyatla yaklaşmış, maalesef bu anlayış uzun süre devam etmiştir. Mistik anlayış iyi yönde kullanıldığında toplumu kitlesel olarak bilimsel, felsefi, teknolojik, sosyal, ekonomik ve çevresel olarak eğitme konusunda işlevsel olarak büyük bir güce sahiptir aslında. Ne var ki bu anlayışın, toplumu eğitmek yerine çoğu zaman toplumu uyutma, yönetme ve gütme aracı olarak kullanıldığı görülmektedir.
Genel olarak Batı, ekonomik, toplumsal ve siyasal gelişimini bu şekilde devam ettirirken, Doğunun felsefi, bilimsel, teknolojik, ekonomik, siyasi, toplumsal olarak, savaşların ve sömürünün de etkisiyle tamamen çöküntüsünün daha da hızlandığını görüyoruz. Aklı başına bir türlü gelmeyen Doğudaki toplumun yöneticileri, Batının sömürüsü bir tarafa, kendi toplumlarına hakkettikleri demokratik, siyasi, toplumsal, ekonomik ve sosyal hakları en iyi şekilde sağlamak yerine diktatörlükler kurarak var olan toplumsal yaraları daha da derinleştirdiler.
Modern dönemde toplumun yeniden inşası için dini, felsefi ve bilimsel alanlarda görüş beyan eden Cemaleddin Afgani (1838 – 1897), Muhammed Abduh (1849 – 1905), Seyyid Ahmed Han (1818 – 1898), Musa Carullah (1874 – 1949), Muhammed İkbal (1877 – 1938) Cabiri (1935 – 2010) ve Fazlurrahman (1919- 1988) gibi çağdaş düşünürler Batının da desteğiyle ya hiç dinlenmeyip damgalandı ya sürüldü veya hapse atılarak düşüncelerinin yayılması engellendi. Çünkü bu düşünürler, aklın hâkim kılınması gerektiğine inanan ve Batının ulaştığı düzeyi yöntemsel olarak çok iyi bilen, mistik değil, rasyonel düşünen fikir adamlarıydı. Bunlara göre İslâm toplumunun Batıyı yakalama şansı ve kurtuluşu her alanda aklın esas alınması ve hâkim kılınmasına bağlıdır.
Günümüzde Doğu toplumunda hala benzer anlayışların devam ettiği görülmektedir. Değişim şarttır ancak toplumsal değişimler, bazen yavaş, bazen de hızlı olabilmekte, bazen de toplumun değişmesi çok zor olmaktadır. Değişim önce kişinin kendisinde başlamalı, sonra ailede ve toplumda devam etmelidir. Doğu toplumu için aklın önceliğinde bir değişimin olması gerekliliği, uzun yıllardan beri birçok aydın tarafından dile getirilmektedir. Aklı mahkûm olmaktan çıkarıp, değişim, gelişim ve ilerlemenin yegâne ölçütü yapmak elzemdir. Mistik anlayışla bu amacın gerçekleştirilmesi imkânsızdır. İslâm filozoflarına göre akıl bir yol gösterici, bir rehber, aydınlatıcı bir nurdur. Değişimin, müsbet yönde olması önem arz etmektedir. Unutulmamalıdır ki değişim bireysel olarak nefislerde başlar. Bu nedenle bir toplum kendi nefislerindekini değiştirmedikçe Allah o toplumun durumunu asla değiştirmez.
[1] Fârâbî, Risaletün li’l-Fârâbî fi’r-reddi ala Yahya en-Nahvî fi’r-reddi alâ Arîstûtâlîs, Resâil felsefiyye li’l-Kindî ve’l-Fârâbî, ve İbn Bâcce ve İbn Adiy içinde, thk. Abdurrahman Bedevî (Beyrut: Darü’l-Endülüs, 1997), 110-111.
1 yorum
Kaleminize, yüreğinize sağlık Ahmet hocam.