Osmanlı Devleti’nde Batılılaşmak için Lale Devri’nden itibaren reformlar yapılmaya başlandı. İlk kez Batı dünyasındaki gelişmeleri takip etmek için Paris’e gönderilen 28 Mehmet Çelebi, batılılaşma serüveninin başlangıç çizgisinde yer alır. Osmanlılar döneminde batılılaşma yolunda atılan en önemli adım Tanzimat Dönemi’nde atıldı. Bu döneme kadar yapılan reformların büyük bir bölümü askeri alandaydı. Tanzimat Dönemi’nde eğitim, hukuk ve yönetimde de ıslahatlar yapılmıştı. Batılı değerlerin bir bölümü Osmanlı hukuk sistemine entegre edilmiş, ilk kez Fransa’daki emsalleri gibi eğitim veren okul (Galatasaray Sultanisi) kurulmuştu. Bu dönemde yine Fransa model alınarak merkeziyetçi yapı güçlendirilmiş ve yerel yöneticilerin yetkileri kısıtlanmıştı. Tanzimat Fermanı Osmanlı Devleti’nin modernleşme çabalarının bir ürünüydü. Her ne kadar reformlar, istenildiği ölçüde amacına ulaşamadıysa da Tanzimat Fermanı, Osmanlı Devleti’nin batılılaşma ve modernleşme sürecinin önemli bir parçası olarak tarihe geçti.
Cumhuriyet Dönemi’nden sonra Batılılaşma yolunda daha köklü değişikler yapıldı. Atatürk döneminde Batılılaşma süreci, en çok Cumhuriyet ilkesinin getirdiği olanaklarla Osmanlılar döneminden farklı bir boyut kazanmış, başta siyaset, hukuk, eğitim olmak üzere hemen hemen her alanda devrimler gerçekleşmişti. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde Batılılaşma sevdasıyla yapılan bu reformların hangi ölçüde başarılı olduğu tartışmalı bir konudur. Batılılaşmanın tarihini inceleyen Mümtaz Turhan, her iki dönemde de yapılan Batılılaşma hamlelerinin başarısızlıkla sonuçlandığını ifade ederek Türk toplumunun Batılılaşamadığını iddia eder. Ona göre, batılılaşmayı başaran iki ülke var: Rusya ve Japonya. Günümüzde bu ülkelere Güney Kore ve Singapur’u da eklemek mümkün. Mümtaz Turhan’a göre batılılaşmak bir zihniyet meselesi, her iki ülkenin toplumu da Batı Medeniyetini oluşturan asli unsurların farkına varmışlar ve bu doğrultuda hareket ederek batılılaşmayı başarmışlardır. Bu bağlamda düşünüldüğünde Mümtaz Turhan’a göre batılılaşma özünde bir zihniyet meselesidir. Bilimsel bir bakış açısına sahip olmadan batılılaşmak mümkün değildir. Türk toplumu, bilimsel zihniyeti oluşturamadığından Batılılaşamamıştır. Ancak bu Avrupalı olmamıza engel değil, biz zaten Avrupalıyız. Batılılaşma serüvenine başlamadan önce de Avrupalıydık. Avrupalılaşmak, batılılaşmaktan farklı bir kavram, ancak batılılaşmak ile en çok karıştırılan kavram Avrupalılaşmak.
Avrupalılaşmak, başka bir ifadeyle Avrupalı olmak, belirli bir coğrafya ile sınırlı. Avrupalı olmak, Avrupa’da doğup büyümek demek, onlarla aynı ortamda yaşayarak zamanla aynı yaşam alışkanlıklarına sahip olmak anlamına gelir. Türk toplumunun yaklaşık 300 yıllık batılılaşma sürecinin son halkası Avrupa Birliği süreci olmuştur. 1948 tarihinde imzalanan Brüksel Antlaşması’yla Almanya ile Fransa arasındaki savaşları önlemek için başlangıçta Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu olarak kurulan bu kurum, birçok alanda daha iş birliği yaparak ve zamanla üye sayısını artırıp genişleyerek Avrupa Birliği adını almıştır. Türkiye Avrupa Birliği’nin öncü adlarından biri olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na 1987’de tam üyelik başvurusu yapmış, 1995’te Gümrük Birliği tamamlanmış, 1999’da adaylık statüsü kazanmış ve 2005’te ise Avrupa Birliği ile resmi müzakereler başlamıştır. Türkiye’nin Batılılaşma sevdasıyla başvurduğu Avrupa Birliği üyeliği, Türk toplumu tarafından yanlış anlaşılmış, Avrupa Birliği’ne üye olduğumuzda Avrupalı olacağımız sanılmıştır. 1995’te Gümrük Birliği Antlaşması imzalandığında dönemin Başbakanı Tansu Çiller de bu antlaşmayı Avrupalı olmanın en önemli adımı saymıştı. Başbakanın bile Avrupalı olduğumuzdan haberi yoktu.
Osmanlı Devleti, Anadolu Beyliği olarak kuruldu ve 1354’te Balkanlar’a adımını atan Osmanlı İmparatorluğu 14. Yüzyılda bir Balkan İmparatorluğu olarak genişledi. 1576’da Lehistan Krallığını himaye eden Osmanlı Devleti, Avrupa’nın kuzeyindeki Baltık Denizi’ne kadar uzanmıştı. Osmanlı Devleti’nin 550 yıl süren Balkanlar’daki ilerleyiş ve hakimiyeti 1913’teki Balkan Savaşları’yla sona ermiştir. Orta Asya’yı 1000 yıl önce terk etmemize rağmen kendimizi hâlâ Orta Asyalı olarak hissediyoruz da neden Avrupalı olarak nitelendirmeyelim? Üstelik Türkiye’nin de Avrupa’da toprakları var. Bu çerçevede düşünüldüğünde şöyle bir soru akıllara gelebilir. Öyleyse Avrupa Birliği’ne girmemize engel teşkil eden şey ne? Avrupalıysak neden Avrupa Birliği’ne kabul edilmiyoruz? Buna en iyi cevabı Alman filozof Arthur Schopenhauer, hem de Avrupa Birliği kurulmadan çok daha önce veriyor:
“Avrupa dediğimiz şey bir Hristiyan devletlerkonfederasyonudur:Hristiyanlık, üyelerinin her birinin temeli ve hepsinin ortak bağıdır. Bu nedenle Türkiye, her ne kadar aynı coğrafi alan içinde yer alsa da, Avrupa’nın bir parçası olarak kabul edilmez”