Meslekte yirmi beşinci yılını yaşayan bir adli tıp uzmanıyım. Bu sürenin de yirmi bir yılı üniversitede öğretim üyesi olarak geçmiştir. Ülkemiz adli tıp alanında artık eski hocalar grubuna dâhil bir öğretim üyesi olarak şunu itiraf edeyim ki, halen bazı muayeneleri, incelemeleri yapıp rapor ederken çok huzursuzum.
Ülkemizde adli tıbbın önemi özellikle son on yılda tüzel ve özel kişiler tarafından fark edilmeye başlanmış, bunun sonucunda -alanda halen çok önemli sorunlar bulunsa da-, yetişen kaliteli adli tıp uzmanları ile adli tıp hizmetleri önemli bir atılım göstermiştir. Buna rağmen bazı adli tıp uygulamalarında çok dikkatli olunması gerektiğini vurgulamak gerekir.
Kendimce sıkıntılı bulduğum için bugüne kadar rapor vermekten imtina ettiğim hususlardan biri, belge incelemesidir. Çeşitli nedenlerle bir yazının ya da bir imzanın kimin el ürünü olup olmadığı hususunda adli makamlarca talep edilen incelemelerden hep çekinmişimdir. Bu konunun özel bir uzmanlık alanı olduğunun bilinci ve daha da önemlisi yazının ve imzanın öğrenilebilir niteliğinin sonucu olarak zamanla ve çalışma ile değiştirilebilir ve taklit edilebilir olması bende bu çekinceye neden olmuştur.
Evrensel bir tıp uzmanlık alanı olmasına rağmen adli tıp, aynı zamanda yerellik taşımaktadır. Bu, bir yerde adli tıbbın uygulanmasına yönelik doğal bir sonuçtur. Ülkemizdeki adli tıp uygulamalarını belirleyen en önemli husus, ülkemizdeki yasal düzenlemelerdir. Bu noktada özellikle yasa koyucunun ve daha sonra da hukuk normu oluşturan mercilerin çok dikkatli olarak adli tıbbın yerelleşme oranını artırmamaları gerekir.
2005 yılında kabul edilen 5237 sayılı Ceza Yasamızın “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” başlığı altında yer alan “suçun sonucunda mağdurun beden veya ruh sağlığının bozulması hali”, suçu ve dolayısıyla cezayı ağırlaştıran bir durumdur. Bu durumun varlığının belirlenmesi ise hekimin/hekimlerin görevi ve yetkisi alanına girer. İşte bu görevin yerine getirilmesinde ve yetkinin kullanılmasında da çekincem vardır. Neden?
Tıp metodolojisinde ilk basamak, hastadan ve/veya yakınlarından alınan anamnezdir. Anamnez ne kadar detaylı olursa, hastanın şikâyetlerinin adlandırılması da o kadar kolay ve doğru olacaktır. Bu dâhiliye için ne kadar doğru ise psikiyatri için de o kadar doğrudur. Tıbbın bir dalı olarak, tıp metodolojisini kullanan adli tıp için de o kadar doğrudur. Ancak, ne yazık ki suç ve cezanın söz konusu olduğu adli tıp uygulamalarında anamnezin önemi azalmaktadır. Hatta bazı durumlarda yanıltıcı bir faktör olmaktadır. Çünkü; ortaya çıkan sekonder kazançlara ve dış çevrenin etkisine bağlı olarak anamnez, çoğunlukla gerçekten uzaklaşmaktadır.
Yasa koyucunun “ruh sağlığının bozulması hali”, ruhsal bozuklukların sınıflamasına yönelik DSM IV kriterlerinde yer almadığından uygulamada sıkıntılar vardır. Ayrıca, cinsel dokunulmazlığa karşı suçlarda mağdurun muayenesinin bir heyet tarafından yapılması tanzim edilecek raporu sayıca güçlendirmiş, ancak nitelik açısından etki yapmamıştır.
Bu bir köşe yazısı olduğundan, sadece mevcut sıkıntıları ortaya koymak istedim. İnsan hakları bağlamında “adil yargılanma hakkının” gerçekleşmesinde çok önemli impakt değeri olan adli tıbbın vereceği raporlarda temel amaç, yargının rahatlamasıdır. Bu nedenle, hukuki norm oluştururken de buna azami derecede dikkat edilmelidir.