Bilgisayarımın başında çalışmaya dalmışken telefonum çalıyor. Araştırma görevlisi arkadaşım acil servisten arıyor. Bir hastayı danışmak istiyor.
Kalkıp hasta başına gidiyorum. Genç meslektaşım beni görünce yüzü aydınlanıyor. Bu meseleyi çözeceğimden neredeyse emin. Bu hoşuma gidiyor ama bir yandan da beni düşündürüyor. Çok şey bilmekle her şeyi bilmek arasında kalın bir çizgi var. Ve her şeyi bilen bir hekim henüz anasının karnından doğmadı. Soru bildiğim yerden çıkarsa iyi ama diğer ihtimali de göz ardı edemem.
Hasta deyince aklınıza ilk gelen manzara nedir?
Yorgun, bitkin, mecalsiz, konuşmaya bile takati olmayan bir ihtiyar…
Ama hastamız otuzlu yaşlarda ve benden daha enerjik görünüyor. Heyecanlı, coşkulu, kıpır kıpır üstelik! Ama bu beni mutlu etmiyor elbette. Tüm bu şeyler normal değil çünkü. Arkadaşıma dönüp hatırlatıyorum:
“Kan şekerine bakmışsındır sanırım.”
Sahiden de kan şekeri normalin altına indiğinde vücuttan salgılanan adrenalin tam da buna benzer tuhaf davranışlara neden olabilir.
Meslektaşım iki elini yanlara uzatıp kaşlarını da iyice kaldırarak “Elbette Hocam,” diyor. Yani bu kadarını düşünmek için saçları ağartmanın şart olmadığını hatırlatıyor. Ah şu gençler!
Neyse, dönüp hastayı biraz daha inceliyorum. Hasta gözlerini tedirgin ifadelerle sağa sola yöneltiyor, sonra da tavana doğrultuyor. Orada hayalet görmüş gibi daha da endişeli bir hal alıyor bakışları. Bu arada bizim yanına geldiğimizi pek umursamış gibi görünmüyor.
Bipolar bozukluk, paranoyak hatta şizofren bile olabilir. Bizimle pek iletişim kurmaması bu ihtimali güçlendiriyor.
“Daha önce psikiyatri polikliniğine hiç gitmiş mi?” diye soruyorum.
“Hayır!”
Yanıt hastadan geliyor. Delici bakışlarını gözlerime dikip gergin bir sesle yanıtlıyor sorumu. Bu ajitasyonu pek ciddiye almıyorum. Batı’da pek çok insan rutin olarak psikologla buluşur ama bizim ülkemizde –gitse bile- bunun bilinmesini pek istemez insanlar. Haliyle bu sorum ortalama bir hastanın öfkelenme nedeni olabilir.
“İyi de ne şikâyetle başvurdu hastamız?”
“Çarpıntı,” diye araya giriyor yine hastamız. “Göğsümde sıkışma da olunca endişelendim. Kalp krizi geçiriyorum sandım…”
Asistanımla göz göze geliyoruz bir kez daha. “Hocam, tansiyonu yüksek ama kalp grafisi normal,” diyor. “Kan tahlillerinde bir sorun görünmüyor.”
Haydaa!
Bulmaca gittikçe zorlaşıyor. Yukarıdan aşağıya, soldan sağa hatta çapraz sorular bile işimizi kolaylaştırmıyor. Organik hiçbir patoloji saptamadığımızda psikolojik rahatsızlık düşünürüz ama hastanın böyle bir kaydı da yok. Geriye tek bir ihtimal kalıyor! Ama bunu doğrudan soramıyorum.
“Sigara içiyor musun?”
“Evet.”
“Alkol?”
“Bazen.”
Hastanın kanında alkol düzeyi de normal ve sigara bu tabloyu açıklamaz. Dedim ya, alıştıra alıştıra esas soruya gelmeye çalışıyorum.
“Sakinleştirici ilaç?”
Biraz duraksıyor. Yüzü tavana dönükken gözleri hafif sağa doğru kayıyor.
“Depresyon ilacı gibi mi?”
“Ya da başka ilaçlar…”
Hemen cevap vermiyor. Soluk alışverişi hızlanıyor. Yüzü geriliyor. Yumruklarını sıkıp gevşetiyor. Sanki soru tavandaki bir hayaletten gelmiş gibi o yöne bakarak yanıtlıyor.
“Ben temizim!”
Başka sorum yok Hâkim Bey.
Genç meslektaşımla anlaşmış gibi göz göze geliyoruz. İkimizin de kaşları kalkıyor. Hani neredeyse parmak şaklatıp “İşte bu!” diyeceğiz. Ama hastayı daha fazla huzursuz etmeden uzaklaşıp baş başa kaldığımızda konuşuyoruz.
Hastamız uyarıcı madde almış, belli. Filmlerden alışkın olduğumuz bu replik bizi tanıya ulaştırıyor.
Uyuşturucu madde kullanan insanlar başkalarına zarar vermek gibi ciddi suçlara bulaşmamışsa tutuklanmak yerine denetimli serbestlik denilen bir uygulamayla dışarıda takip edilirler. Kendilerinden istenen bir daha uyuşturucu kullanmamasıdır.
Elbette uyuşturucu müptelasının sözü senet değildir bunun için. Uyuşturucu parası için ailesine bile zarar verme potansiyeline sahip bir güruhtan bahsediyoruz. Kendilerine tanınan bu özgürlük karşılığında bağımlılardan istenen gidip tedavi olmaları, uyuşturucu madde kullanmadığını belgelemek için de belli periyotlarla tetkik yapmak için ilgili kurumlara başvurmalarıdır. Yani serbest bırakıldığı bu dönemde uyuşturucu madde bakımından temiz olduğunu göstermesi gerekir.
Denetimli serbestlikle salıverilen bağımlıların en büyük kâbusu uyuşturucu kullanırken bir kez daha yakalanmaktır. Çünkü bunun sonu hapistir. Bu yüzden yakalandığında -o heyecan ve endişeyle- polise temiz olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyarlar. İşte hastamıza teşhis koymamızı sağlayan da bu ipucu olmuştu. Eee, film izlemenin faydaları bunlar.
Teşhis koymak çok sevindirmiyor bizi. Çünkü acil serviste birkaç saatte tedavi edilecek bir durum değil. Hastamızı zorlu bir süreç bekliyor. En güzeli hiç başlamamak ama…
Aile içi şiddet, dağınık yuvalar, üvey anne ya da baba şiddeti ve sonrasında evden kaçan çocuğun sığındığı kötü arkadaş ortamı insanları bu bataklığa sürükleyebiliyor.
Diğer yandan sosyal statüsü iyi olup sırf meraktan başlayan, aynı zehri tekrar arzuladığında bunun bağımlığa giden yolun başlangıcı olduğunu kabullenmeyen, istersem bırakırım diyen ama bırakamayanlar diğer risk grubunu oluşturuyor. Sigara ile başlayıp alkol, esrar, uyuşturucu haplar ve derken eroine ulaşabilmektedir madde bağımlılığı.
“Bir seferden bir şey olmaz,” demeyin. Çünkü bu cenderenin içine girenlerin çoğu işte bu psikolojiyle ilk adımı atıyor.
Uyuşturucu maddelerin etkisi kafa yapıp kişiyi bağımlı hale getirmekle kalmıyor elbette. İnsan psikolojine zararları az buçuk biliniyor. İnsanları intiharı eşiğine getirebilecek bir zehirden bahsediyoruz. Ama kalp ve sinir sistemi üzerine de ciddi etkileri var. Karaciğer ve böbrek yetmezliğine neden olabiliyor mesela. Ve sosyal sorunlar…
Bir iki derken bağımlı olan genç sosyal ilişkilerini bozuyor önce. Okul ve iş hayatı sekteye uğruyor. İşsiz güçsüz kalınca uyuşturucu parasını temin için illegal yollara başvuruyor. Kurbanların çoğu hırsızlık ve gasp gibi kötülüklere aşina değildir aslında. Fakat yoksunluğun neden olduğu ajitasyonla para temin etmek için ailesine zorluklar yaşatıyorlar. İstedikleri parayı alamadıklarında ise camı çerçeveyi kırmak hatta evi yakmak gibi aşırı eylemlere girişebiliyorlar.
Tedaviden umudu kesen aileler ise çocuklarını başından savmak zorunda kalıyor bazen. Böylece süreç bir kısır döngüye giriyor. İş bulamayan bağımlı genç için artık hırsızlık gibi kötü seçenekler kalıyor geriye. Zamanla gasp ve cinayete kadar uzanabiliyor bu yolun sonu.
Başlamak kolay, kurtulmak ise zorlu bir yolculuktur. Bir doktor hatta psikiyatriste başvurmak tedaviyi garanti etmez. Uzun süren bir tedavi gerekiyor. Aile de tedavinin bir parçası olmalıdır. Sıcak bir yuvaya sahip olmayanlar için ilgili dernekler bu eksikliği gidermeye çalışmaktadır.
Tedavi zor ama imkânsız değildir. Bu meretten kurtulmayı başaranların çoğu kez kullandığı ifade “savaşı kazanmak” oluyor. Sahiden de savaş kadar zor ve ciddi, diğer yandan verilmesi zorunlu bir mücadeledir bu.
Bu yüzden en güzeli hiç başlamamak, bu zehrin semtine bile uğramamaktır. Daha da öncesine gidip aileyi korumak gerekir. Bağımlılık yerine güzel alışkanlıklarla yaşam kalitemizi arttırmak ve daha mutlu olmak gibi bir seçeneğimiz daha var.
Gençlerimiz için daha sağlıklı, daha aydınlık ve daha mutlu bir gelecek dileklerimle…
1 yorum
Bende mi başlasam,netsem..😃