“İnsanlar başaklara benzerler, içleri boşken başları havadadır, içleri doldukça eğilirler.” (Michel de Montaigne 1533-1592)
Bir “Temel Tıp” akademisyeni olarak çoktandır ülkemizde, bir süre önce de Medimagazin sayfalarında yapılan bir tartışma var. Malum, tıp fakültelerinin temel tıp alanlarında öğretim elemanı olarak çalışanlar arasında pek çok tıbbiye mezunu olmayan akademisyen bulunmakta. Zamanında tıp fakültesi mezunlarının, çok büyük ihtimalle maddi -parasal- mülahazalarla, rağbet etmediği Biyokimya, Fizyoloji, Mikrobiyoloji, Anatomi ve Deontoloji gibi temel tıp branşlarına lisans eğitimini veteriner fakültesi, eczacılık fakültesi ve diş hekimliği fakültesi gibi sağlık bilimleri alanlarından, fen edebiyat fakültesi, mühendislik ve mimarlık fakültesi gibi fen bilimleri alanlarından ve hatta bazı sosyal bilimler alanlarından birisinde tamamlamış olan kişiler yüksek lisans veya doktora yaparak, bazen de TUS sınavları yolu ile tıp fakültelerinin bu branşlarına intisap etmiş, en üst akademik seviyelere ulaşmış ve bugün belli bir sayıya -ve güce- de ulaşmış durumdalar. Ancak, son yıllarda, muhtemelen klinik branşların belli bir doygunluğa ulaşması veya tıp fakültesi mezunlarının temel tıp branşlarında da çalışma arzuları bir, “tıp fakültesi mezunu olanlar” ve “olmayanlar” çatışması ortaya çıkardı. Benim bu yazıda tartışmak istediğim bu çatışmanın nedenleri, bu çatışmada kimin -veya kimlerin- haklı olduğu veya bundan kimin zarar görebileceği değil. Bunları tartışmayacak olmamın nedeni bu konuda fikir beyan etmekten çekineceğim veya zülfüyâre dokunmaktan sakınmam değil. Sadece, bu konunun yazmak istediklerim ile birlikte yazılmasının yazının boyutlarını çok genişletecek olması, bir de her disiplinin ayrı olarak kendi içinde değerlendirilmesi gerektiği. Bakarsınız gelecek haftalarda bu tartışmayı kendi alanım olan Tıp Etiği ve Tıp Tarihi’nden başlayarak yaparız.
Benim bu hafta konu etmek istediğim, tıp fakültesi dışında bir fakülteyi bitirdikten sonra tıp fakültesinde öğretim üyesi olmanın yollarından birisi-ve esas yolu- olan yüksek lisans ve doktora ile TUS eğitimini temel tıp özelinde bir miktar karşılaştırıp, TUS yolu ile “uzman” olanların doktoralı -yani PhD’li- olanlar üzerindeki “üstünlük vehimleri”nin ne kadar geçerli olduğu. TUS sınavının ülkemizdeki akademik yaşama bir hakkaniyet getirdiği, daha önceden var olan liyakate değil de “ahbap-çavuş” ilişkisine dayalı olan tıpta uzmanlaşma işine bir ölçü getirdiğine hemen herkes katılmakta. Bu şekilde “Anadolu çocuğunun” da, “asilzade”nin de eşit şansa sahip olduğu bilindiğinden, menfaatine dokunulan “mavi kan” sahipleri dışında herkes bu sistemden memnun. Ancak, geçen haftalarda Medimagazin’de genişçe ele alındığı üzere, girişin adil olması TUS sisteminin kalitesini garanti etmiyor. Üniversite hastanelerinde eğitim hastanelerindekine göre durum biraz daha iyi olsa da, uzmanlık eğitimi süreci asistandan kliniğin iş yükünü taşımasının beklendiği, mesleki yeterliliğin kazanılmasına belli ölçüde riayet edildiği ancak bilimsel -teorik bilginin kazanılması- yeterlilik kaygısının pek nadiren gözetildiği bir dönem.
Konu temel tıp bilimleri olunca, asistan çoğu zaman laboratuvarların rutin yükünü taşıyan, hocaların deneysel çalışmalarında -çoğu zaman- neyi neden yaptığını bilmeden teknisyenlik yapan, tıp öğrencilerinin teorik ve uygulamalı sınavları öncesinde soruların hazırlanmasında, sınav sonrasında da sınavların okunmasında hocaya yardım eden kişi konumunda oluyor. Bu arada eğer şanslıysa ve iyi bir hoca ve/veya laboratuvara düşmüşse birkaç satır makale, birkaç sayfa da kitap okurlar. Sürelerinin sonunda da çala kalem yazdıkları -çoğu zaman hocalarının bile dosdoğru okumadığı- tez ile uzman olup çıkarlar. Kısacası TUS yolu ile uzmanlık eğitimi alanlar temel tıpta ise iyi bir teknisyen, klinik bilimlerde ise iyi bir zanaatkar hekim olarak, fakat her ikisinde de kötü bir akademisyen (adayı) olarak yetişmekteler.
Oysa, temel tıp bilimlerindeki yüksek lisans (MSc) ve doktora (PhD) eğitiminde öğrenci yaklaşık 4-6 yıllık süre içinde en az 2-3 yıl teorik dersler alıp, ödevler hazırlayıp sınavlara girdikten sonra kalan süre içinde de tez hazırlamakta. Bu arada da yaptığı tezin konusuna bağlı olarak laboratuvarda çalışıp “teknisyenlik” yönünü geliştirirler. Sonuç olarak, doktora yapanlar belli ölçüde yeterli bir teknisyen fakat iyi bir akademisyen (adayı) olarak yetişmiş olurlar. Zaten o yüzden ülkemizde alınmış olan PhD unvanı dünyanın hemen her yerinde akademik açıdan muteberken, TUS yolu ile uzmanlık yapılarak alınan “uzmanlık” unvanının akademik -bazen de pratik- bir geçerliliği bulunmamakta. Zaten o yüzden yurt dışındaki üniversitelerde klinik veya temel tıp bilimlerinde akademisyenlik yapan hemen herkesin bir de PhD -veya en azından MSc- yapmış olduğu görülmekte.
İtirazları duyar gibi oluyorum; “Ülkemizde her yerde doktora eğitimi aynı ciddiyette yapılmıyor ki”. “Bizde master ve doktora dereceleri dekan veya rektör hanımları ile öğretim üyesi yakınlarına ulufe gibi dağıtılmakta”. Bunların doğru olduğunu bile varsaysak, ne kadar yaygın olduğuna bakmak gerekir. Suistimallerin olmasına bakılacak olursa hemen her sistem ve uygulama için benzer şeyler söylenebilir.
Bir de yurt dışında doktora yapıp ülkeye dönenleri, TUS yolu ile uzmanlık yapanlar ile denk tutan, hatta bazen onlardan eksik görenler var ki, işte onlar akla ziyan. Şüphesiz yurt dışında da bu işin ticaretini yapan gayrı ciddi kurumlar olsa da, YÖK tarafından tanınmış bir üniversitede doktora yapmış, dönünce de YÖK tarafından denkliği kabul edilmiş doktoraları ülkemizdeki uzmanlık eğitimi ile kıyaslamaya kalkana sadece, “ya sen hiç yurt dışında bir üniversitede bulunmamışsın ya da sayı saymayı bilmiyorsun” demek lazım. Herkes bilir ki, İngiltere, Amerika, Almanya, Japonya gibi ülkelerdeki ciddi bir üniversitede laboratuvar branşlarından birinde PhD yapan kişi, belli teknik ve metotların hem teorik hem de pratik kurslarını alır ve bunların önemli bir kısmını da laboratuvarda uygular. Ülkemizde ancak doçentlik sınavı öncesi okunan temel kitaplar orada laboratuvara girmeden önce okunur. Sonuç olarak; akademisyen olan her temel tıpçının aslında bir doktora eğitimi alıp, o formasyondan geçmesi gerekir. Uzmanlık eğitimi veya doktora eğitimi bir kişinin konusunda uzman olduğunu söylemek için yeterli olmayacağı gibi bunun tersi de geçerlidir. Olgun insan başkalarının yetersizliklerini nazara vermektense, kendi muvaffakiyetleri ile temeyyüz eder. Onu da kendisi değil başkaları takdir eder. Bir de; “Kedi uzanamadığı ciğere murdar der!”