Benim de, daha önce başkanlığını yaptığım ve bundan daima haz ve onur duyduğum Sinir Sistemi Cerrahisi Derneği (SSCD)’nin 2012 Yılı Bilimsel Kongresi, 27-30 Eylül 2012 tarihleri arasında, ulusal ve uluslararası platformda, gerek ticari gerekse bilimsel alanlarda verdiği mücadelelerle hep gündemde olan, ülkemizin nadide illerinden Gaziantep’te yapıldı.
Vatanımızın istiklâli için fevkalade faaliyetleri sebebi ile “Gazi” unvanı ile şereflendirilmiş bu güzel şehrimizde, yakın zaman önce cereyan eden ve birçok günahsız insanımızın katledilmesine sebep olan menfur saldırıya rağmen, tahmin edilenin çok üzerinde bir iştirak sağlanmış, bir anlamda beyin cerrahları, hain, münfesih ve satılmış mihraklara, mesleki mesuliyetlerinin bilincinde olarak, cesaret ve metanetle meydan okumuşlardır.
SSCD’nin 2012 yılı Bilimsel Kongresi’nin, gerek ilmi gerekse sosyal programını çok büyük bir titizlik ve hassasiyetle hazırlayan üyelerimizin ve misafirlerimizin rahat etmesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan, başta Derneğimizin Dönem Başkanı Prof. Dr. Savaş Ceylan, Kongre Başkanı Prof. Dr. Serdar Özgen ve Gelecek Dönem Başkanı (President Elect) Prof. Dr. Nurperi Gazioğlu olmak üzere, emeği geçen tüm kurum ve kuruluşlara ve misafirperverliği ile herkesin gönlünü fetheden Dr. Mehmed Hacihanefioğlu’na bütün meslektaşlarım adına teşekkürü bir borç bilirim.
Bu bilimsel toplantımız konferans, ders, panel, tebliğ ve poster aktiviteleri açısından genel olarak değerlendirildiğinde, intraoperatif teşhis ve takip modalitelerinin artan önemi ve kafa kaidesi endoskopik cerrahi girişimlerin ön plana çıktığı nöroşirurjikal yenilik ve gelişmelerinin paylaşımının yanında, hemen hemen herkesin direkt veya indirekt olarak temas ve şikâyet ettiği çok önemli iki hususu burada siz okuyucularımla paylaşmak ve parmak basmak istedim.
Birinci husus, daha önceki makalelerimin birinde de “Defansif Tıp” başlığı altında, münhasıran üzerinde durduğum, sadece beyin cerrahlarını değil, bütün cerrah meslektaşlarımı ilgilendiren ve muzdarip oldukları ve bir an önce çözüme kavuşturulması gereken “Defansif Cerrahi” konusudur.
Cerrahların genellikle hasta ve yakınları tarafından taciz, tehdit, yaralama, cana kast etme, öldürme, mahkûmiyet, tazminat talebi ve her türlü fiziki ve psikolojik saldırılara maruz kalmaları sonucu meydana gelen moral çöküntüsü ve kendilerinde gelişen ya da geliştirilen “savunma refleksi”, vakalara ve özellikle yüksek riskli ameliyatlara karşı oluşan, menfi olarak değerlendirebileceğimiz “defansif” tutum ve davranışlara sebebiyet verdiği ve bu sebeple çözüm arayışı içerisinde oldukları anlaşılmaktadır.
Konferans boyunca, her fırsatta genç-kıdemli meslektaşlarımızın şikâyetlerine sebep olan diğer bir önemli husus ise hem genel yoğun bakım ünitelerinde hem de özellik arz eden branş yoğun bakım birimlerinde yaşanan “boş yatak” problemidir.
Bırakın devlet hastanelerini, üniversite hastanelerinde hizmet veren genel ve özel dal amaçlı yoğun bakım ünitelerindeki yatakları bile Bakanlık birimleri takip etmekte ve boş olan yatağa, çoğunlukla ilgili öğretim üyelerinin bilgileri dışında, branş ayrımı gözetmeksizin hemen hasta yönlendirebilmektedir. Bu durum, özellikle postoperatif yoğun bakım gerektiren ameliyatların planlanmasında ve gerçekleştirilmesinde aksamalara neden olmaktadır. Ertesi gün ameliyat edeceği ve postoperatif bakımı özellik arz eden bir hastası için yoğun bakım ünitesinde yatak rezerve eden bir öğretim üyesi, sabah kliniğe geldiğinde, operasyon için gerekli premedikasyon dâhil her türlü hazırlığı yapılmış ve ameliyathanenin kapısında bekleyen hastasının yoğun bakımdaki yatağının doldurulduğunu öğrenmekte ve buna bağlı olarak, hem hasta açısından hem de eğitim-öğretim, yönetim, plan ve program açısından birçok nahoş problemler yaşanmaktadır.
Üzülerek belirtmeliyim ki, tüm meslektaşlarımın, bu köşedeki yazılarımın çoğunun konusunu teşkil eden diğer bütün sıkıntılarının giderilmesinde olduğu gibi, burada mevzubahis olan bu iki problemin çözülebilmesi için de, yetkili merci ve makamlarca yeterli derecede, tatmin edici ve vuzuha kavuşturucu hiçbir önlem alınmamıştır.
Temennimiz ise beynimizi “inferiyorite” ve “ihanet” çemberlerinden kurtarabilmemizdir.
Az kalsın rubaimizi unutuyordum!
İSMİ CANSIZ
İsmi cansız bıraktın, Hilalden ineceksin.
Şems-i Mah gibi sen de, muzdarip söneceksin.
Ne mızrabın kalacak, ne de sevdalı udun,
Yıkıp viran ettiğin kalbime döneceksin.