Ülkemizden başka, gündemin bu kadar hızlı değişebildiği ve bu kadar dolu olduğu bir başka ülke bulmak zordur diye düşünüyorum. Varsa da çok değildir. Siyasetin çok ısındığı bu günlerde sağlıkçılar da yeni Sağlık Bakanının farklı birşeyler yapıp yapmayacağını merak ediyor. Sağlık çalışanlarının sıkıntıları, bezginliği artarak sürüyor.
Bunlarla ilgili çok şey yazılabilirdi. Ancak, ben bu yazımda sıradan şeylerden söz edeceğim. Teknoloji ve bilimin hekimlere ve sağlık hizmetlerine kattığı büyük faydaları ve bazı zararları sıralamaya çalışacağım. Aslında bunların bazılarına eski yazılarımda da kısmen değinmiştim.
Sağlık uygulamalarındaki büyük gelişmeler insan ömründe ciddi uzamalara yol açmış durumda. Gelişmiş ülkelerde 80 yılı geçen, hatta 90’a ulaşan ortalama insan ömrü ülkemizde de 70 yılı geçmiş durumda. Her 10 yılda bir “yaşlı” sınırını revize etmek zorunda kaldığımız bir çağı yaşıyoruz. Kalp ve damar hastalıklarından ölümler azalmakta, bazı kanser türleri için sağkalım süreleri çok uzamakta, hatta şifa elde edilebilmektedir. Eğer bu iki grup hastalıktan -kalp ve tıkayıcı damar hastalıkları ile kanserler- ölüm çok azalırsa, ölümlerin çoğunun travma veya enfeksiyon hastalıkları ile olacağını bile varsayabiliriz. İnsan ömrünün uzamasının bir diğer sonucu, yaşlılık hastalıkları ile dejeneratif eklem ve omurga sorunları, sinir sistemindeki yaşlanma sorunları (demans), tıkayıcı damar hastalıkları ile uğraşmak zorunda olmaktır.
Artık günümüz insanı sadece uzun bir ömür sürmekle değil, aynı zamanda bu süreyi sağlıklı, gençlik yıllarındaki gibi aktif geçirmek istemektedir. Eskiyen, dejenere olan eklem ve omurlar buna izin vermediğinde sınırları zorlamak, lökomotor sistemini yenilemek ihtiyacına yanıt veren tedaviler aramaktadır. Bilimin ve teknolojinin tıbba katkıları bunu sağlayan çözümler de üretmektedir. Yakından tanıdığım omurga cerrahisi uygulamaları bunlarla doludur. Çöken omurları destekleyen vertebroplasti, minimal invaziv omurga cerrahisi teknikleri bunlar arasında sayılabilir.
Eskiden “yaşlanmak”, iki büklüm olmak, bastonla yürümek, bir köşeye çekilip inaktif yaşamak idi. Günümüzde bu değişiyor. Ancak bunun değişmesi sağlık harcamalarını arttırıyor. Dik durmanın, dizleri, beli ağrımadan, siyatiği olmadan yaşamanın bedelini, yani yaşlanan toplumun bedelini gelecek toplumlar nasıl sağlayacak bilemiyorum.
Bir yandan çeşitli kanserlerin genetik kökenlerine yönelik tedavi araştırmaları sürerken, sinir sisteminin rejenerasyonu ile ilgili araştırmalar da sürmekte. Santral sinir sisteminin rejenerasyonu ile ilgili bir çözümün bulunması için sabırsızlanan omurilik felçlisi, serebral felçli, inmeli büyük bir hasta grubu bulunmaktadır. Bunun sağlanması ancak sinirbilim araştırmaları ile olabilecektir. Eğer santral sinir sisteminin rejenerasyonu sağlanırsa, insan ömrünü biraz daha uzatabilecek bir büyük gelişme sağlanacaktır. Bunun kök hücre çalışmaları ile mi genetik mühendisliği ile mi olacağı henüz belli değil. Ancak, bilimin çok uzak olmayan bir gelecekte bunu da sağlayabileceğini düşünebiliriz.
Ancak teknolojideki bu hızlı gelişmeler klasik hekimliği ihmal eden, insan ilişkilerini gözardı eden bir sağlık hizmeti dönemini de getirmiş durumdadır. Çok ayrıntılı görüntüleme ve laboratuvar incelemeleri ile kolayca -hatta fazla- tanılar koyan hekimler, navigasyonla, robotik tekniklerle cerrahi uygulayan cerrahlar ile ileri inceleme yöntemlerini, hatta tedavi tekniklerini önceden belirleyen ve isteyen, internette hastalıkları tarayıp da gelen hastaların ilişkileri inanılmaz soyut, anlamsız bir diyalog içinde sürmektedir. Klasik hekim-hasta ilişkisine daha fazla ihtiyacımızın olduğu bir dönemi yaşamaktayız. Bu aşamada tıp eğitiminin bu kaygılara -hasta/hekim ilişkisi, tanıda sağduyu, insan davranışı ve psikolojisi, sağlık masrafları- daha fazla önem vererek geliştirilmesi gereklidir diye düşünüyorum.