Beyin, bugün modern bilimin, hakkında bilmedikleri bildiklerinden daha fazla olan esrarengiz (enigmatik) ve bir o kadar da muhteşem bir organdır. Beynin bu özelliği ona olan ilgiyi ve merakı her zaman gündemde tutmuş ve giderek de arttırmıştır. Nitekim, yüzyıllar önce beyin ve özelliklerini araştıran ilim adamlarının sayısı çok az iken, bugün bu sayı milyonlara ulaşmıştır. Şüphesiz gelecek için sayı çok daha fazla olacaktır.
Beyin nöron ve glial hücreler denilen özel hücrelerden oluşmuştur. Bu hücrelerin yapıları kadar, kapasiteleri ve fonksiyonları da yine sadece beynin anlayabileceği şekilde karmaşık ve olağanüstü özellikler gösterir. Bu nöronların sayısı tahminen 200 milyar kadardır. Bir milimetreküp beyin dokusu içerisindeki nöron sayısı ortalama 150 bin’dir. Bu kadar nöronun birbirleriyle olan bağlantıları ise yaklaşık 20-30 bin’dir. Bu nöronların arasında dolaşan ve destek (lojistik) görevi yapan glial hücrelerin sayısı ise trilyonlarla ifade edilmektedir. Bunlar arasındaki ilişki ve işbirliği tam olarak bilinmemekle beraber, bu muhteşem yapı fonksiyon ve kapasite kompleksinin, bilgisayarlarla benzetilmesinin ne kadar yetersiz ve anlamsız olduğu ortadadır. Dünyamızdaki telefon sayısını milyonlarla ifade edersek, nöronların sinaps dediğimiz bağlantıları, beyinde trilyon üzeri trilyon sayılarına ulaşmaktadır. Yine rakamlarla ifade etmek gerekirse, 3 mm. kalınlığındaki, 6 kat tabaka üzerinde oturan, beyin kabuğundaki nöronları ve etrafındaki damarları gerip uzatabilme imkanımız olsaydı, aya gidip gelen bir yol elde ederdik.
Beyin; geçmiş, şimdiki, ve gelecek zaman ve gelecek ile bu zamanlardaki birey ve toplumlar arasındaki bağlantılar ve etkileşimlere köprüler olabilen yegane organlardır. Geçmiş ve gelecek arasındaki maddi ve manevi köprüler kurup, geçmişin tecrübesizliğiyle, geleceği de yönlendirebilmektir. Beyin içindeki bu muhteşem enerji potansiyeli, her türlü tehlikeden korunacak şekilde 1500 cc ‘lik bir hacim içinde kafatası dediğimiz kemik yapı ile çevrelenmiştir.
Beyindeki enerjinin bireylerde oluşturduğu merak ve şüphe ile, bunların yönelttiği araştırmalar sonucu bir yığın yeni buluşlar ortaya çıkmıştır. Hâlen aktif olan bu enerji insanlığı bugünkü ileri teknoloji seviyesine getirmiştir. Bu enerjinin en hayranlık uyandıran tarafı ise, yüzyıllar sonraki gelişmelere ve buluşlara ise şimdiden hazır olmasıdır. Beyin davranışları nasıl kontrol ettiği, hücre fonksiyonlarının meydana geldiği bunların çevre ve topluma olan müthiş uyumları, bugün modern bilimin araştırma konusudur. İnsanın her bir davranışı beyin fonksiyonunun bir refleksiyonudur. Sadece, yürüme, nefes alma ve gülme gibi motor fonksiyonlar dediğimiz davranışlar değil, hissetme, öğrenme ve düşünme gibi kognitif davranışlar da beyin fonksiyonları dahilindedir. Yani ruhsal faaliyetlerimizin yönlendirilmesi de beynin aracılığıyla olmaktadır. Beyin fonksiyonlarındaki bozukluklar da nötorik ve psikotik rahatsızlıklar olarak kendini göstermektedir.
Beynin bu mikroskopik dünyasında, fonksiyonlarının ve lezyonlarının tedavi edilebilmesi için, onun mikrodünyasını ve anatomisini çok iyi bilmeyi gerektirmektedir. Bu düşünce ise beyinle beraber mikroşirürji kavramını gündeme getirmiştir. Şüphesiz ideal olan, beyin fonksiyonlarının hiç bozulmamasıdır. Ancak doğaldır ki, beyinin de tedavi edilmesi gereken hastalıkları ve hataları olacaktır. Bunu düzeltecek ve tedavi edecek olan ise, yine bir beynin hükmettiği mikroşirürjiyendir. Bu kadar engin bir mikroskobik dünyası olan beynin, hastalıklarını tedavi etmede de elbette mikroşirürjinin büyük bir yeri olacaktır. Her biri bugün bile tam olarak anlamadığımız bir potansiyel ve fonksiyonla donatılmış milyarlarca nöronu ve onları besleyen damarları korumak, ilmi tababetteki “dokuya saygı prensibini” mikroşirürjide daha mikroskobik bir dünyaya taşımaktır.
Beyinde hiçbir hücre boşuna yaratılmamıştır. Fonksiyonlarını tam olarak bilmememiz kesinlikle onların fonksiyon dışı olduklarını göstermez. Suarez ve Jacopson tarafından başlatılan mikroşirürji çalışmaları bugün oldukça ileri bir aşamaya gelmiştir. Yaşargil bu aşamanın zirvesini oluşturmaktadır. Temel prensip beyindeki lezyonun en kolay şekilde, en kısa yoldan ve doğal yollar kullanılarak çıkarılması ve sağlam dokulara kesinlikle zarar verilmemesidir. Doğal yollar, beyin yüzeyindeki girintileri oluşturan yapılardır. Sulkuslar adeta cerrahın, beyin dokusu içerisinde güvenle ilerlemesini sağlayan yollardır. İçi sıvı ile dolu olan sisternalar ise cerraha yol gösteren trafik levhaları gibidir. Cerrah bu sulkusları ve sisteransları dikkatlı bir şekilde takip ederek yönünü tayin eder. Lezyona ulaşmaya çalışır. Tedavisinde bile, adeta cerrahi yol gösteren bu kusursuz yapıya dokunabilmek, onun mikrodünyasına mikroşirürji ile girebilmek, dolaşımla senkronize sanlımı gözleyebilmek, bu dolaşım içerisinde eritrositlerin dansını izleyebilmek, cerrahın da sonsuz haz ve heyecan duyduğu bir olaydır.
Çok iyi yetişmiş bir mikroşirürjiyen için beyinde ulaşılamayacak yer yoktur. Bugün 30 mikronik iğneye bağlı 5-10 mikronluk ipliklerle, yarım mm. çapında, hatta daha ince damarlar ve sinirler mikroskop altında rahatlıkla dikilebilmektedir. Bu büyük bir özveri, beceri ve sabır işidir. Nanonöroşirurji ise, bu alanda baş döndürüyor. Mikroşirürjikal teknik kullanılarak yapılan binlerce ameliyat sonucu elde edilen tecrübeler ışığında mikroşirürji cerrahide giderek yaygınlaşmaktadır. İnsan beyni ile yine onun, bir ürünü olan mikroşirürji fonksiyon bozukluğu olan bir beyinde üstün bir teknoloji ve iyi bir performans ortamında birleştiklerinde ortaya birey ve toplum açısından harikulade, inanılmaz ve çok güzel sonuçlar çıkmaktadır.