Geçen haftaki ‘Sıcak Ölüler’ başlıklı yazımda, 1968 yılında Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından ortaya atılan ve bugün tıp çevreleri ve pek çok ülke hükümeti tarafından hüsnükabul gören beyin ölümü kavramının, 20. yüzyılın en büyük yanılgılarından birisi olduğundan bahisle, mevcut pek çok bilimsel verinin beyin ölümünün mutlak ölüm olmadığını işaret ettiğini, dolayısıyla beyin ölümü tanısı konulan hastalardan alınan organların, esasında halâ canlı olan, kalbi atan, yardımla bile olsa nefes alıp-veren, kan dolaşımı devam eden, insan sıcaklığını taşıyan, hatta belki de ağrı duyan insanlardan alındığını söylemiştim. Ayrıca, başkalarının yaşamını kurtarmak için daha hayattayken organlarını bağışlama fedâkarlığında bulunan bu insanların uygun şekilde bilgilendirilmediğini ve bu haksız bilgilendirmeme ve samimiyetsizlik devam ettiği sürece insanların gönül rahatlığı ile organlarını bağışlamalarını beklemenin boşuna olduğunu ifade ederek, bu haftaki yazımda, organ nakline karşı olup olmadığım, kronik organ yetmezliklerinin tedavisinde ne önerdiğim ve kişilerin hayattayken veya öldükten sonra organlarını bağışlamasını teşvik için neler yapılması gerektiği gibi sorulara cevap vermeye çalışacağımı söylemiştim.
Tabii ki, kronik organ yetmezliklerinde en kalıcı, güvenilir, ekonomik ve hayat kurtarıcı yöntem olan organ nakline karşı değilim. Bunun, bir insanın başka bir insanın yaşamını kurtarmak adına yapabileceği en fedakârca ve en erdemli davranış olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, vericinin yaşamını tehlikeye atmadığı sürece, canlıdan canlıya organ nakli ile ilgili en ufak bir itirazım söz konusu olamaz. Xenotransplantasyon denilen, insan dışındaki canlılardan organ aktarımı yöntemini de tümüyle destekliyorum. Ancak bilindiği üzere, yaşayan sağlıklı bireylerden elde edilen organların nakledilmesi genel toplam içinde düşük bir oranı teşkil etmekte olup, ülkeden ülkeye oran farklılık göstermekle birlikte %12 ile %32 arasında değişmektedir. Xenotransplantasyon’un ise henüz güvenli ve başarılı bir yöntem olduğundan bahsetmek mümkün değildir. Elimizde kala kala ölülerden, daha doğrusu kendisi ölmediği halde beyni ölen, dolayısıyla ölü olarak ‘kabul edebileceğimiz’ kişilerden alacağımız organlar kalıyor. Ayrıca, kalp ve karaciğer gibi tek organlar için de bu tür ölüler tek kaynağı teşkil etmektedir. İşte benim ve benim gibi düşünen pek çok kişinin sorunu burada başlıyor. Beyni ölen bir kişi ölü kabul edilip organları alınabilir mi?
Belli ki aradan geçen 38 yıla, bilim adamlarının açıklamalarına, ulusal ve uluslararası pek çok kurumun propagandasına, muhtelif dini otoritelerin olumlu görüş bildirmesine ve sonunda alınmayacak bile olsa pek çok film yıldızı, politikacı ve devlet adamının organlarını bağışladığını açıklamasına rağmen ‘sıradan insanlar’ bu konuda yeterince ikna olmadığından dolayı, öldüklerinden sonra organlarının alınması için bağışta bulunmuyor. Ben, beyin ölümü teşhisi konulan hastalardan organ alınmasına karşı değilim. Benim karşı olduğum; beyin ölümü gerçekleşen kişinin kesinlikle acı duymadığı, hiçbir şey hissetmediği, asla geri dönmesinin mümkün olmadığı gibi, sanki bilimin son noktasına varılmışçasına açıklama yaparak, gerek (beyin) ölümünden sonra organını bağışlayan, gerekse (beyni) ölmüş yakınlarının organlarını bağışlayan kişilerin yanlış bilgilendirilmesi.
Eğer kişilere ve topluma, beyin ölümünün gerçek ölüm olmasa da, mevcut bilgilerimize göre acı duymadığını, bir şey hissetmediğini ve geri dönüşün mümkün olmadığını düşündüğümüzden, pek çok kişinin yaşamını kurtarmak gibi son derece ulvi bir amaçla beyin ölümü gerçekleşen kişilerin yaşamını sonlandırarak organlarını alıp başka ihtiyaç sahiplerine aktaracağımızı söyleyelim. Eğer bu bilgilendirme sonucunda kişiler veya onların yakınları organlarını bağışlarsa bu organları güle güle kullanalım, alıcılarda hayrını görsünler.
Bu şartlarda kimse organ bağışlamaz mı dediniz? Zaten kaç kişi bağışlıyor ki? Hiç olmazsa biz dürüst davranmış oluruz. Eğer 1968’de Amerikalılar, akıllılık yaptığını düşünerek, beyin ölümü gibi bir kavram uydurmasa, tıp camiası da sakatat görmüş kediler gibi bu kavramın üstüne atlamasa; kısacası bilim dünyası çalışıp alternatif yöntemler bulmak yerine gözlerini beyni ölmüş insanların organlarına dikme kolaycılığına kaçmasaydı, geçen 38 yılda hem yapay organlar alanında, hem de insan dışı canlılardan organ sağlanması yolunda çok yol alınmış olacaktı. Maalesef, ölmemiş insanları, ‘kurul kararıyla’ ölü kabul ederek onların organları alındığında da ancak bu kadar muvaffak olunuyor. Organ nakilleri konusunda daha başarılı olmak için 3 öneri:
1. Yapay organlar geliştirme, kök hücre çalışmaları ve hayvanlardan organ nakli konusundaki çalışmalara ağırlık vermek;
2. Yaşayan bireylerin organlarını başkalarına vermesini teşvik edecek politikalar geliştirmek;
3. Eğer beyni ölmüş kişileri ölü kabul etmeye devam edeceksek, buna yönelik olarak insanları, “bir gün bana da lazım olabilir” düşüncesiyle organlarını bağışlamaya ‘mecbur’ bırakmak.
Birinci madde son derece açık olduğundan her hangi bir açıklamaya mahal bırakmamakta. Yaşayan bireyleri organlarını başkalarına verme konusunda teşvik için mevcut uygulamalara ilave etmek istediğim, kişilerin böyle bir fedakarlık karşısında maddi bir karşılık alması. Organ satışından bahsetmiyorum. Söylemek istediğim, organ nakli ameliyatlarında hekimin yaptığı ameliyat karşılığı iyi bir para aldığı, hastanenin bu işten para kazandığı, ilaç ve tıbbi cihaz endüstrisinin payını aldığı ve hastanın yaşamının kurtulması gibi büyük bir kazanımının olduğu bir sistem içinde, bedenindeki bir organını vermek gibi erdemli bir iş yapan kişinin sadece sırtının sıvazlanması ile kalmaması. Devletin kontrolünde olacak, organ bağışı kabul eden, organ bağışlayanlara belli maddi karşılıklar (veya imtiyazlar) verme hakkına haiz ve bu organları belli bir ücret karşılığı ihtiyaç duyanlara dağıtan tek bir merkez, bu yönde atılacak önemli bir adım olacaktır. Zaten ülkemizde var olan benzer bir merkez belli değişikliklerle bu görevi yerine getirebilir. Böylece, herkes sadece yakınlarına değil başkalarına da organlarını verecektir.
Eğer beyin ölümü kavramı yerinde kalacaksa, yeni bir sistem oluşturularak, organa ihtiyaç duyan kişilerden sağlığında organını bağışlayanlara öncelik verilmesi sağlanmalıdır. Yukarıda sözünü ettiğim merkezi elinde 3 tane liste olacaktır. A) Sağlıklı bireylerden, (beyin) ölümünden sonra organını bağışlayanların listesi; B) Organa ihtiyaç duyan ve [A] listesinde ismi olanlar; C) Organa ihtiyaç duyan fakat [A] listesinde ismi olmayanlar. Böylece, [B] listesi bitmeden [C] listesindekilere organ nakli yapılmayacağını bilen herkes bir gün ihtiyacım olursa organ alabileyim diye [A] listesine adını yazdırmaya, yani organlarını bağışlamaya gidecektir. Burada çok özet olarak söylediğim sistem, üzerinde tartışılıp detaylandırmaya açıktır. Son olarak, hem sağlıklı bireylerin hem de (beyni) ölmüş kişilerin organlarını bağışlamasının önünde engel gibi duran başka bir şeyden bahsetmek istiyorum. Bu özellikle öldükten sonra organını bağışlayanlar için geçerli. Bağışladığı organların kime gideceğine karar verme hakkının olmaması. Sağlıklı bireyler bunu belli ölçüde yapabilmekte. “Organımı anneme/babama/eşime/kardeşime vermek istiyorum diyebilmekte. Fakat öldükten sonra organının kime verileceğini bilmemek pek çok kişiyi bu karardan vazgeçirmekte. Buna yönelik bir düzenleme de insanları (beyinleri) öldükten sonra organlarını bağışlama yönünde teşvik edecektir.
Yaklaşık 7 yıldır üzerinde düşündüğüm, 5-6 farklı bilimsel yazı ve konferansta açıklamaya çalıştığım bir sistemi bir köşe yazısı boyutunda anlatmaya çalıştım. Bilemiyorum ne derece muvaffak olabildim. Eğer okuyucuları beyin ölümü kavramı üzerinde biraz daha düşünmeyi başarabildiysem, bu benim için yeterli olacak. Bütün organlarınızın sağlıklı ve yerinde olduğu bir yaşam temennilerimle.
NOT: Son iki hafta bu köşede beyin ölümü üzerine yazdığım yazılar oldukça farklı tepkiler aldı. Yazdıklarıma katılmayanların sesinin daha yüksek çıktığı bu tepkiler ve eleştiriler arasında bir tanesi vardı ki bu oldukça haksızdı. Benimle farklı düşünen bazı okurlar, burada yazılanların bilimsel dayanağı olmadığını söylemekteler. Şunu belirtmek isterim ki orada dile getirilen görüşlerin tamamı akademik indekslerde yer alan uzmanlık dergilerinden alınmıştır. Köşenin dogası gereği yer vermediğim bu referansları ilgilenenlere memnuniyetle göndereceğimi bildirmek isterim.
Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, Medimagazin gibi çok okunan bir gazetede köşe sahibi olmayı bir istismar unsuru olarak kullanmayı asla düşünmeyeceğimden, yazdıklarımla ilgili farklı görüşleri olanlar eger yazılarını bana iletirlerse, virgülüne dokunmadan köşemde yer vermekten mutluluk duyarım.