Beynimizde bulunan piramidal, ekstrapiramidal, serebellar, otonom, duyu, limbik yapılar ve retiküler formasyon olarak tanımlanan sistemler tüm vücudumuzu mükemmel birer orkestra şefi gibi karşılıklı iletişim süreci ile çalıştırır ve yönlendirirler. Bu sistemlerin her biri iç işlerinde karşılıklı dayanışma, danışma ve yardımlaşma prensibi ile çalışırlar. Limbik sistem dışındaki sistemler, vücudun dokusal madde kısımlarını organize ederlerken, sadece limbik sistem duygusal özelliklerle ilgili bir sistemdir. Merhametli veya merhametsizlik, vicdanlı veya vicdansızlık, alınganlık, çalışkanlık veya tembellik, akıllılık, neşelilik, duygusallık veya vurdumduymazlık, cömert veya cimrilik, kıskançlık, ahlaka düşkünlük, dini inanışta olma veya olmama, çabukluk veya ağırlık, belirli kabiliyetlerde oluş gibi kişilik özellikleri bu sistem tarafından düzenlenir. Maddi ölçülebilirlikleri olmadığından bu özellikler soyut, elle tutulmayan, gözle görülmeyen ve tartılamayan özellikler olduklarından, diğer sistemlerin ilgi alanı dışındadırlar. Dolayısıyla da diğer hiçbir sistem, limbik sistemin kontrolü altında olmadığı gibi, limbik sistem de diğer hiçbir sistemin işlerine karışmaz ve idare etmeye kalkışmaz. Ancak vücudun yaşaması ve sağlıklılığı ile dengeli çalışması temelinde karşılıklı dayanışma vardır. Çünkü limbik sistemin görevi, daha önce belirtmiş olduğumuz gibi elle tutulan ve ölçülebilir olan dokusal değil, kanaate dayanan duygusal temellidir.
Demokrasideki laiklik prensibinin özünde de böylesi bir iletişim söz konusudur. Burada taraflardan biri soyut olan din ve dini kurallar, diğeri ise devlet idaresine yönelik idari ve toplumsal düzene ilişkin somut hukuksal kurallardır.
Atatürk laikliği TBMM toplantısında yaptığı bir konuşmada şöyle özetleyerek tanımlamıştır: “Terbiye ya milli olur, ya da dini olur. Biz dini terbiyeyi aileye bıraktık. Milli terbiyeyi de devlete aldık. Okullarımızda ve bütün kültür müesseselerimizde milli terbiye esas alınmıştır. Çocuk dini terbiyesini ailesinden alacaktır. Bu arada ilahiyat fakülteleri de dini terbiyeyi takviye edecektir.” (1)
Laiklik prensibindeki demokrasilerde, halka ait olan milli iradeye göre ve halkın seçtiği TBMM başta olmak üzere buna bağlı olarak oluşturulan görev kurulları, Kur’an’ın önermiş olduğu gibi birer şura (halkın oluşturmuş olduğu danışma ve karar verme kurulu/ları) olarak çalışırlar. Bu kurullar, Kur’an’ın yorumlara, kişi kanaatine dayanan müteşabih (benzeşimli) dini kurallarına ve yapılan içtihatlara dayanmaksızın ve bu kuralları idari kurallara karıştırmaksızın, diğer bir ifade ile dini devlet işlerine, işleyişine karıştırmadan, yani devlet kararlarını dinin mesajlarına dayandırmaksızın halk adına devleti idare etme yetkisini kullanırlar. Bu idarede devletin dine değil, dinin devlete uyması ve din kurallarını dinamik tutup devletin işleyiş kurallarına, hukukuna ve yasalarına karışmaması yanında, kendini bunlara göre uyarlaması söz konusudur. Çünkü temel hedefi insanın huzuru olan din, ilahi kitabındaki sosyal içerikli dinamik mesajları sayesinde devletin işleyiş kurallarına kendini kolayca adapte edebilecek üstünlüklere ve özelliklere sahiptir. Dolayısıyla demokraside toplum düzeni, Kur’an’daki yoruma açık müteşabih mesajları kurallaştırarak değil, toplumdan topluma farklı olan değişken-dinamik sosyo-ekonomik kurallara göre gerçekleştirilmektedir. Devlet düzeninde toplumsal ve insanların sosyal yaşamına yönelik kurallar, yasalarla belirlenir. Böylece de hukuk kuralları dini kurallardan ayrılmış olur. Diğer bir ifade ile burada ne din devleti kullanmakta, ne de devlet (dolayısıyla idareciler) dini kullanmaktadır. Devlet dine dayalı kurallara dayanarak insanları yönlendirmez ve “Din kuralı böyle diyor” diye yasaklayıcı kararlar almaz ve devlet kendi somut kurallarını dine göre değiştirip uyarlamaz. İnsanların özgürlüklerini, dine dayanarak kısıtlamaz. İnsanların dini kurallara uyup uymamalarını ve dinlerini seçmelerini özgür kararlarına bırakır. Bu kuralın doğal sonucu olarak, hiç kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, kişisel düzeyde kalan ve başkasını etkileyen ve rahatsız etmeyen sınırlar çerçevesinde olan dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz. İnsanın herhangi bir dini seçme, herhangi bir dinden olma, bulunduğu dinin icaplarını yapma veya yapmama ve dinini değiştirme, dininden çıkma özgürlüğü vardır.
Ayrıca hiç kimse devlet düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma amacı güdemez. İster Müslüman, ister Yahudi ve Hıristiyan, isterse putperest veya ateist olsun, toplumsal işlerde ve olaylarda kişiye ne kendi dinine göre, ne de hükümette olan ekibin dini görüşüne göre işlem ve muamele edebilir. Örneğin devlet işi ve mesaisi, dini uygulamalardan olan namaz vakitlerine uyarlanmaz, fakat namaz vakitleri mesai saatlerine uyarlanabilir (Erzurum Müftülüğünün Cuma namazını öğle mesaisinin bitimine göre uyarlaması gibi). Ki böylesi bir uyarlama ile dindeki önemli kurallardan biri olan insanlara kolaylık kuralı da uygulanmış olur.
Prof. Atay konuyu şöyle açıklamıştır: “İçki içen kimseye içki içtiğinden dolayı idari otorite tarafından ceza verilmez. Ancak sarhoş iken, başkasını rahatsız ederse engellenir, şikâyet edilebilir, sarhoş olarak vasıta kullanırsa, cana ve mala zarar vereceği için vasıta kullanması menedilir. İçme fiili dini bir suçtur, günahtır ve Allah’ın mesajına karşı işlenmiş olduğundan cezasını Allah verir. Görüldüğü gibi burada şahsi suç-günah ile topluma karşı olan suç arasında fark vardır.” (2). Bu açıklamaya göre laik bir rejimde toplumsal suçları idari otorite kovuştururken, din görevlilerinin oluşturduğu dini otorite buna karışmaz ve sadece Kur’an’ı ve buradaki dini mesajı hatırlatmakla yetinir. İdari otorite de dini yasağa karışmaz ve buna dayanarak yaptırımlar ve yasaklar koyamaz, ancak bir suç unsuru tespit ettiğinde hukuksal yönden kovuşturur. Bu aktivitede suç olmasa bile, dini yasağa karşı gelinme olduğu için dini yönden ancak günah söz konusudur ve kişinin tövbe edip etmemesi ona kalmıştır.
Dini kısıtlamalara devlet girmezken, bu yasaklara uymaması nedeniyle başkalarına verdiği herhangi bir zarar veya huzursuzluk için kişilere uygulanmak üzere ceza yasası koyar. Dine dayandığı için değil de başkalarını huzursuz edebileceği için örneğin umuma açık yerlerde alkol veya uyuşturucu madde kullanma, kapalı yerlerde sigara içme, çevreyi kirletme, yere tükürme, yere sakız atma, gürültü yapma gibi durumlara yasaklar konabilir. Yani devlet insanların din özgürlüklerini, başkalarının din ve manevi düşünce özgürlüklerini olumsuz etkilenmemek üzere gerekli güvenceleri ve yasal önlemleri alır. Dini inançları ve çeşitliliklerini çağrıştıracak kıyafet, dini simge ve davranışlar nedeniyle insanların birbirlerini dini inançları nedeniyle etkileyecek durumlara müsaade etmez ve gerekirse hukuki yasaklar koyar.
Ayrıca devlet, dini başıboş bırakmamalı ve sahip çıkmalıdır. Bu sahip çıkma, özgürce, fakat başkalarına zarar vermeyecek ve istismar etmeyecek maddi ve manevi koşul ve olanakları sağlamanın ötesine geçmemelidir. Devlet halkın dini eğitiminde etkin ve denetleyici olup, dini eğitimin kontrolsüz gruplara kalmasına müsaade etmeyip kendisi organize etmelidir. Dolayısıyla makul ve yeterli sayıda imam-hatip okulları ve ilahiyat fakülteleri ve araştırma merkezleri açılmasını düzenlemeli, cami, mescit veya dua yerleri gibi hangi din ve görüşte olursa olsun tüm ülke vatandaşlarının ibadetlerini yapmalarına yönelik yapılanmaların kriterlerini belirleyip organize etmeli ve denetlemesini yapmalıdır. Bu amaçla da bağımsız ve siyaset dışı (Yargı birimleri, ordu ve emniyet birimleri gibi) bir kuruluş olarak Diyanet İşleri Başkanlığının oluşturulması Atatürk’ün ileri görüşlülüğünün bir eseridir. Fakat bu kuruluş, başta Müslümanlık olmak üzere diğer dinlere ve dini yorumlar-görüşler olan tüm mezhep ve görüşlere aynı mesafede olmalı ve ilgilenmelidir. Hemen sahiplenip, başıboş bırakmamalı ve halkı dini yönlerden dejenere etmelere müsaade etmemelidir. Çünkü başka ülkelerin laiklik anlayış ve uygulamalarından farklı olarak, ülkemizin coğrafi durumu, geçmişimiz ve geleceğimizin özelliklerini göz önünde bulundurmak ve bu şartlarımıza göre şekillendirmek zorundayız.
Kısaca laiklik prensibinde devlet ve dini birbiriyle çatışan, birbirine rakip iki ayrı kurum olarak değil, ikilemli prensipte olduğu gibi birbirini tamamlayan ve beraberlikleri ile toplumun düzenini sağlayan iki kurum olarak görmeli ve değer vermeliyiz. Böylelikle de laiklik prensibi sayesinde din ve devlet birer değer olarak yerlerini almış olurlar. Sonuçta da hem toplumun bireyleri demokratik özgürlük hakları çerçevesinde dini inançlarının gereklerini yerine getirmiş, hem de devletine sahip çıkmış olur. Bu ikilemde aşırı dinci bir yaklaşım nasıl kabul edilmezse, aşırı laiklik yorumlarına dayanan dine karşı olan bir davranış da kabul edilemez ve her ikisi de birer bağnazlıktır ve sömürüdür.
Kaynaklar:
(1) Ali Sarıkoyuncu. Atatürk, Din ve Din Adamları.
Ankara, 2002.
(2) Atay Hüseyin. Kur’an’a Göre Araştırmalar I-III. Atay
Yayınevi, 1997.