İnsanlara sorsak, “Sen kendi düşünce sisteminde neyi dayanak alırsın?” diye; bazıları tüm düşünce sistemini bilime, bazıları ise dine, bazıları ise her ikisine dayandırdığını söyleyebilir. Diğer bazıları ise hem dini hem de bilimi, mutlaklıktan uzak ve güvenilmez olarak görüp, gündeminden dışarıda tutmayı yeğler. Aslında bilim de aynı dinler gibi bazı önermeleri temel alır. Bana kalırsa, eğer mantık esasları ihlal edilmezse, kanıta dayalı bilim de, mantığa dayalı bir din de aynı noktaya varır/varmalıdır. Günümüz toplumlarının çoğunda yaygın görülen bir önyargı var. Çoğu birey bilim ve dinin uzlaşamayacağına inanıyor. Sanırım bu ön yargının temelinde, özellikle ‘Hristiyan Orta Çağı’nda kilise kaynaklı olarak yaşanan acılar’ ve ‘Gazali vb. sonrasında İslam’a dayandırılan ve toplumda baskın hâle gelen dini anlayışların aklı/felsefeyi dışlaması/paranteze alması’ önemli bir etkiye sahip olabilir.
Postmodern bilim anlayışı ve mantığı dışlayan bir din anlayışı hariç tüm bilimsel ve dini paradigmalar herhangi bir hakikatin var olduğunu temel alır. Yani hem bilimsel ve hem de dini doktrin hakikatin bir düzen içinde olduğunu ve ölçülebilir, insan zihniyle uyumlu olarak incelenebilir, anlaşılabilir olduğunu varsayar. İkisine de karşı çıkanlar ise aynı noktada buluşurlar. Yani, her ikisine de karşı olanlar, mutlak hakikatin (her hangi bir mutlak varlık/bilginin) olduğuna inanmayabilir ya da hakikatin ölçülebilir, anlaşılabilir olmadığını diğer bir deyişle insan akıl ve mantığının yetmeyeceğini savunur.
Bu noktada bir şeyi vurgulamak yerinde olabilir. Din diye sözü edilen her şey tek bir dini anlatmak için kullanılmadığı için, “Din ile bilim çatışır mı?” gibi sorular bazen anlamını yitiriyor. Çünkü, “Hangi din ve hangi bilim anlayışı?” diye de sormak gerekiyor. Giordano Bruno, “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.” demiş. Bruno, Tanrı’nın ve evrenin birbirinden farklı iki töz olmadığı, ama aynı gerçekliğin iki sonsuz görünümü olduğunu kabul eder. Bilimle yol alırken, kendi dini görüşünü ortaya koymuş. Ona göre her şey Tanrısal kuvvetin görünüşüdür. Ama bu görüşü ve açık sözlülüğü başına bela olmuş ve en sonunda eziyet edilerek, yakılarak idam edilmiştir.
“Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar.” (Giordano Bruno)
Muhammed İkbal, İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden İnşası isimli bir kitap yazmış. Ruh ve bedeni aynı şey olarak görür. Ona göre İslam düşüncesinde ruh ve beden dualizmi yoktur. İkbal, hodi felsefesini savunmuş. Hodi, Farsça bir kelime ve ‘kendilik, benlik, şahsiyet’ gibi anlamları var. İnsana ‘cüz-i ben’ diyor ve tanrı için de ‘mutlak ben’. Ona göre her ikisi de hakikattir, her ikisi de yaratandır. Kader dediğimiz şey ‘Allah ile insanın birlikte oluşturduğu tarihsel bir yürüyüştür’. Şöyle bir sözü var İkbal’in, “Tabiat Allah’ın izidir, bu akıl ve araştırmayla elde edilir. Sezgi, iman ve aşkla elde ettiğimiz duygular ise Allah’ın kokusu gibidir. Tabiati bilmek Allah’ın davranışını bilmektir. Bilimle uğraşmak bu nedenle en önemli ibadetlerden biridir. Allah, evrenin ruhudur, fakat bizzat kendisi değildir.” Der ki, “Ayette geçtiği gibi Allah, arzın ve semavatın nurudur, bedeni değil.” Ona göre madde dünyasında sebepler ön planda iken, hayat ve aklı temsil eden biyoloji ve psikolojide ise amaç, hedef kavramı öne çıkar. Hz. Muhammed de çok sık “Ey rabbim! Bana eşyanın hakikatini göster, ilmimi arttır” diye dua edermiş.(…)
Demem o ki, din ile bilimin çatışıp çatışmaması insanın niyetine bağlıdır. İsterse çatıştırmadan, birbirine karıştırmadan hem bilim yapıp hem de bir dine inanabilir. İsterse de, kendi anladığı bilim kavramını mutlaklaştırıp, onu bir din yerine ikâme edebilir. Ama bilimi tümüyle inkar ederse ve bilimle çatışan, mantık çerçevesi içermeyen bir dine inanmaya başlarsa, işte o zaman onun sağlıklı düşünüp düşünmediği psikiyatrik bir durum olmaya doğru kayabilir. Örneğin, ‘dünyanın düz olduğuna’ inanan ve ‘dini gereği buna inandığını’ ifade eden birinin ya da ‘uzaylılar tarafından yönetilen bir grupla iletişim kurduğunu’ iddia eden bir lidere tümüyle bağlılık içinde olan ve bunu din olarak gören bir başkasının akıl sağlığı yerinde olmayabilir.
Gazali’nin, Soren Kierkegaard’ın Tanrı inancı ile, Sofistlerin, David Hume’un inançsızlığı belki de birbirine çok benzer. Her biri inancı akla aykırı/ saçma bulur. Şüphe etme konusunda asla sınır tanımazlar. Aslında belki de farkında olmadan- inanmadıklarını itiraf ederler. Ama Gazali ve Kierkegaard, bir inanç sıçraması/sezgi adını verdiği bir kavram yardımıyla inanca yeniden döndüklerini ifade etmişlerdir. Bu yaklaşım, onların yolundan gidenlerin önemli bir kısmını bilimden uzaklaştırırken, onların yolundan gidenlerin bir çoğunun yaptıkları ve söyledikleri de milyonlarca insanı dinden soğutmuştur.
Elbette bilim ve din farklı yöntemleri kullanır. Bilimde önermeler ve paradigmalar yanlışlanabilir nitelikte oldukları müddetçe bilimsel kabul edilir. Matematik, bilimin temel dilidir. İçinde matematiksel veriler ve analizler olmayan, olasılık hesapları içermeyen bir bilime ‘kanıta dayalı bilim’ demek doğru olmayacaktır. Oysa, ideolojiler ve dinlerde yanlışlanabilirlik ilkesi aranmaz. Ancak onların da sağlam temellere oturmasını sağlayacak olan alet mantık esaslarıdır. Mantık ilkelerini ihlal eden ideoloji ya da din günün birinde yok olup gidecektir.
Kanıta/matematiğe dayalı bilimden farklı olarak, mantığa dayalı bir din/ ideoloji ise bilimsel ölçüm ve veri analizi ile elde edilmesi mümkün olmayan kavram ve bilgiler için çeşitli önermeler/inançlar bütünü (doktrin) sunar. Örneğin, ‘hayatın anlamı’, ‘ahlak kuralları’ vb. alanlar bilimsel bir bilgi konusu olarak ölçülemez. Ancak insanların inanç ve yorumlarını araştıran, tanımlayıcı araştırmalar yapılabilir. Bu inanç ve yorumların, diğer pek çok değişkenle ilişkisine bakılabilir. Aslında fenomenolojik olarak qualia diye tanımlanan (inanmak, bilmek, güvenmek gibi özneye dayalı edimler) yönelimsel kavramlar da araştırma konusu edilebilse de, ‘doğruluğu/yanlışlığı’ (yani normotif değeri) bilimin konusu edilmez. Bu alanlarda yapılan yorumlar ideolojileri ve dinleri doğurmuştur. Felsefe ise, elindeki mantık aleti sayesinde bilim ve dini aynı çatı altında birleştirme kapasitesine sahip olabilir.
Felsefe olmadan bilim de, ‘aralarındaki ilişki ve sistematik kurallar bir anlam ve bütünlük ifade etmeyen, kuru, yavan ve kopuk bilgi, veri yığınından’ ibaret olurdu. Yani, felsefe olmadan bilim ve din, bilim ve din olamazdı. Bilim ve din ne kadar önemliyse, felsefe de o kadar önemlidir o zaman. Hem felsefe bu ikisini, bilim ve dini, birlikte ele alır ve ikisi arasında aslında hiçbir uyumsuzluk olması gerekmediğini de bize gösterebilir.
Bu noktada önemli bir konuya değinmek isterim. Bana kalırsa, mantığa dayalı bir din, bilimin çözüm üretmediği, henüz keşfetmediği boşlukları doldurmak amacı gütmez. Bilim ve ölçümlerin asla ulaşamayacağı kavramlar hakkında ön kabuller sunar. “Dinde mantık aranmaz” diyenle değil, “Aklı olmayanın dini de olmaz” diyenle paralel düşünüyoruz. Mantıksız/saçma bir şeye inanmak için değil, “her şeyde akıl ve anlam görebileceğimize” ve “her şeyin arasında bir ilişki olduğuna” dair inancımız/ön kabulümüz olduğu için “bilimle din çatışmaz” diye düşünebiliyoruz. ‘Allah’ın varlığı’ kavramına, açıklanamayan ya da saçma gelen her şeyi, “İşte Allah öyle yaratmış” demek için değil, Allah kavramının/Mutlak Varlık’ın “Varlığı belirli kurallar ve uyum içinde (bilimsel yöntemlerle) varlığa varlığını vermiş’ Varlık olarak da anlaşılabileceğine inandığımız için, mantığa dayalı bir dinde “Allah, boşlukların/yoklukların/saçmalıkların değil, varlıkların Tanrısıdır” diye görebiliyoruz.
Felsefe varlığı açıklamaya çalışan bilim (matematik) ile varlığa anlam vermeye çalışan din (mantık) sistemlerini ikinci düzeyden ele alan bir düşünsel etkinliktir. Veri olmadan bilim olmayacağı gibi, düşünce/ anlam olmadan da din olamayacağı için, aklı olmayan için ne bilim ne de din, var olamaz. Akıl ve mantık hem bilim hem de din için ‘gerek’ şarttır. Ama ‘yeterli’ olmayabilir.
Bilim ve matematik bize eşyanın tabiatını gösterse de, eşyaya anlamını vermeye çalışan biz istesek de istemesek de, açık ya da örtük- mantığımızla da insan oluyoruz. Şöyle de söyleyebiliriz; bilimde ya da dinde mantık ve aklı dışlayan biri ya ‘mantık’ ve ‘akıl’ kavramlarını bizden farklı anlıyor olabilir ya da aklı/mantığı paranteze almayı tercih ediyordur. Öte yandan, bilmek’i (bilim) insan olmak için ‘gerek’ şart olarak gördüğü kadar ‘yeter’ şart olarak gören biri, ‘bilinmeyen’ ve ‘bilinemeyen’ konusunda agnostik (bilinemezci) kalabilir. Bence bu topu taca atmaya benziyor. Ama diğer biri, bilinmeyen/ bilinemeyen hakkında “Varlık/ anlam yoktur” demekle, “Ben oynamıyorum” demiş (nihilizm) olduğunu, “Varlık/anlam ‘yok’” demekle, “Varlık’ı/ anlamı ‘hiç’ etmiş olmuyor olduğunu” görmeli diye düşünüyorum. Diğer bir deyişle, örneğin, “Adalet tanımlanamaz” diyen biri topu taca atarken, “Adalet diye bir şey yoktur/anlamdan yoksundur” diyen biri oyunbozanlık yapar. İşte o yüzden, Varlık’a ‘hiç’ diyenle yolumuzu ayırdığımız gibi, ‘anlam’a da ‘hiç’ diyenle yollarımız ayrılacak gibi görünüyor.
Bana kalırsa, eğer biz ‘bilim’ şemsiyesi altında bir kurumda çalışıyorsak (ör, üniversite, klinik, vb.) ve o şemsiye ve kimlik sayesinde çıkar (ör, para, makam, vb.) elde ediyorsak, bilimsel veri ve modeller dışında kalan her konuda agnostik/seküler kalmaya devam edebiliriz/etmeliyiz. Öte yandan, bilimdışı ya da metafizik (mistik değil) alanda kalan her kavram/varlık hakkında ‘yoktur’ önyargısı ile yaklaşmak da, aynen ‘vardır’ önyargısı ile yaklaşmak kadar dogmatik olacaktır. Örneğin, “Adalet diye bir şey yoktur. Bu sadece zihinsel bir kavramdır” demekle, “Adalet ancak X dinine uygun yöntemlerle tesis edilebilir” demek aynı noktada, aynı dogmatizmde buluşurlar. Daha çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, bireysel hayatta hemen herkes için- belki de en önemli sayılan değerler, o kişinin dini/ideolojik değerleridir. Bir kişiyi, bilimsel bir çerçeve içinde yer almak gerektiği zamanlarda, dini telkinlerle yönlendirmek ne anlama geliyorsa, o kişinin dini/ideolojisi yokmuşçasına, tüm din ve ideolojilerin gündem dışı tutulmaya çalışılması da aynı şekilde dini bir tutum olur. Demem o ki, eğer ben felsefe ile ilgili bir metin yazıyorsam, din, Kur’an, Budizm vb. kurumların kavramları hakkında yorum yapabilirim. Ama eğer ben bilimsel bir metin yazıyorsam, o kavramlardan söz edebilirim ve bireylerin/ toplumların inanç ve tutumlarını araştırabilir ve sunabilirim ama inançlar hakkında yorum yapmaktan kaçınmak zorunda kalırım. Örneğin, Kur’an’dan bir ayet, aklın yeterli olmayacağı, vicdan denen bir ayrı kavramın da insanı insan yapan özellik olduğunu dile getirir. [Hac (22/46): Onlar, hiç yeryüzünü dolaşmadılar mı? Dolaşsalardı eğer, gördüklerini düşünecek akılları kalpleri olurdu, söylenenleri duyacak kulakları olurdu. Unutmayın, gözler görmemezlik, akıl ermemezlik etmez. Fakat göğüslerin içindeki kalpler, basîretler kör kesildiği için, keyfîliğe, taklide ve saplantıya dayalı olarak akıl kötüye kullanılmıştır. Gözlerin gördüğünden, muhakemeler, mukayeseler yaparak faydalanmaz.] Bu alıntıyı felsefi bir metinde kullanmanın bir sakıncası olmamalı. Ancak bilimsel bir metin yazarken bu tür alıntılardan sakınmak bence daha uygun olur.
Eğer normotif (doğruluk/ yanlışlık değeri taşıyan) ifadeler kullanırsam, o zaman ister istemez dini bir tutum sergilemiş olurum. “Gerekli”, “lazım”, “-meli, -malı”, “–dır/-dur” gibi ifadelerle biten her cümle de işte böylece dini bir yaklaşım hâlini alır.
Peki o zaman, temelde bir inanç/ön kabul bütünlüğü olan bilim ile inanç ne oluyor da birbirinden ayrı yollara düşüyor? Ya da bize öyle geliyor? Demem o ki, varlık/bilgiyi ‘var’ ve ‘düzenli’ kabul eden bu iki düşünce sistemi aynı şeye (varlık ve bilgiye) farklı yöntem ve araçlarla yaklaşıyor.
Bana kalırsa, bilimin en temel aleti matematik, en temel yöntemi tümevarım (aslında hipotetik tümdengelim/yanlışlamacı bilim anlayışı) ve ölçüm iken; bir inanç sisteminin (bir ideoloji, felsefi doktrin ya da mantığı dışlamayan din) temel aleti mantık ve en temel yöntemi tümdengelim. İşte böylece bu iki paradigma birbirinden ayrışmaya başlıyor. Varlığa/bilgiye giden yolda biri açıklamayı (bilim), biri anlamayı (inanç) amaç ediniyor. Biri varlığa/bilgiye dışarıdan (bilim), biri içeriden (inanç) bakma kaygısı taşıyor.
‘Kesin bilgi’ ifade eden bir önerme, ‘bilimsel bilgi’ olamaz. Bilimsel bilgi, kesin bilgi olduğunu iddia etmez. Çünkü varlık ve şeyler sürekli değişim ve etkileşim içindedir ve zamanın okunun tek taraflı yönü, ışık hızı gibi sabitler nedeniyle ulaşılamayan bilgi ve mekan-zaman noktaları, Gödel’in eksiklik teoremleri, Kant’in antinomileri vb. gösterdiği gibi- bilimsel keşif, ölçüm ve modellerimiz bizi gerçeğe en çok yaklaştıran yoldur ama hep bir hata payı kalır.
Yani, en temel ve kesin gibi görünen bilimsel veriler bile zaman zaman değişen paradigmalara göre anlam kaymasına uğrayabilir. Bilim adamları da her tür veriyi kendi bilgi birikimleri, deneyimleri, niyetleri, zihinsel becerileri ve –görünen ve görünmeyen baskı unsurları gibi pek çok farklı etkiler altında kalarak yorumlarlar.
Benzer şekilde dini ya da ideolojik bazı kural/kabulleri de değişmez ve kesin bir bilgi/ gerçeklik gibi gören bireyler de –ister istemez- yanılırlar. Çünkü aynı matematikteki açmazlar gibi, mantıktaki açmazlar, dilin çoklu anlamları, tarihsel verilerin güvenilir olup olmaması vb. yüzlerce nedenden dolayı her din ve doktrin yoruma açıktır. Hatta ‘yeryüzündeki insan sayısı kadar din vardır’ demek de yanlış bir çıkarım olmayabilir.
Bizim durduğumuz yerden bakınca, var olan gerçeklik -hem bilim hem de dinler için geçerli olan- aşılamayan, tam ve mükemmelliğe bir türlü uzanamayan belirsizliktir. Yani, hem gerçekliğe/ varlığa ve bilgiye inanıp hem de bu varlık/bilgiye ulaştığımız, hemhâl olduğumuz noktasında emin olamayacağıma inanabiliriz. Diğer bir deyişle, iyi, güzel ve doğru olan ile rezonans yakalamış olduğumuz anlar ve durumlar olabilir, ama bunu biz kesin olarak bilemeyiz. Varlığa ‘hiçlik’ penceresinden bakanlar da bunu bileceğimizi söylemezdi zaten. Diyorum ki, varlığa bilimsel bir paradigma ile yaklaşanlar da, din penceresinden bakanlar da, -iyi, doğru ve güzelin ne olduğunu tam olarak bilemeyeceğimiz yani emin olamayacağımız noktasında buluşurlar.
Öyleyse, bu noktada da varlığı/bilgiyi kesin olarak bildiğini iddia edenlerle yollarımızı ayırmamız kaçınılmaz olur. İşte bilimin herhangi bir verisini mutlak olarak ele alan da, kendi inancını mutlak sayıp, Allah adına konuşan da, aslında –ister istemez- varlığı/bilgiyi çoğu zaman ıskalasa da, varlık/bilgi üzerine olduğunu söylerken genellikle büyük bir yanılgı içine düşmüş olur.
Mutlak doğru/ hakikati bildiğini ifade etmek (herhangi bir nesne ya da kavramı ilahlaştırmak anlamına geldiği için), İslam’da bu durum şirk/gizli şirk olarak adlandırılmış. Ama ‘bu yanılgıdan ısrarla sakınmaya, diğer bir deyişle bitmek tükenmek bilmeyen bir tutkuyla gerçeği -düşünce ve eylemde- yakalama arzusu ile hareket etmeye’ de takva adı verilmiş. ‘Var olduğuna inandığımız ama nasıl olduğunu asla tam olarak bilemeyeceğimizi de düşündüğümüz, hayret, şüphe/iman, merak ve tutkuyla, titizlikle ve temaşa ile motive olduğumuz ve asla dışına çıkmak istemediğimiz bu yol, dosdoğru yol olsa gerek. O yüzden de, Atamızın da dediği gibi, hayatta en hakiki mürşit –bana kalırsa indirgemeci olmayan/metafiziği de dışlamayan- ilimdir, fendir. Aklı, ilmi ve fenni paranteze alan ya da çöpe atan her yol da gaflettir, dalalettir.
Son tahlilde, bilmediğini bilen ama varlık/bilgiye olan -şüphe diyalektiği ile ısrarla sorguladığı ve keskinleştirdiği [kesinleştirdiği değil] inancını, matematik (yani bilim) ve mantık (yani felsefe) ile derinleştirilip geliştirilmiş bilgi ile donatan bir kimse, şirkten uzak, takva ile yol alan, bilimin aydınlık ışığı ile aydınlanmış, varlık ve bilgiye olan inancı ile içi ısınan yolcu olarak iki kapılı bir handa, gidecektir gündüz gece…