Geçmişte papazlar mevcut statülerini kaybetmemek uğruna, dini kullanarak bilimin önünü kesmeye çalışmışlardı. Aslında kavga din adına değil, din kisvesi altında sürdüre geldikleri sınıfsal ayrıcalıklarının ve sömürülerinin devamı uğruna yapılmıştı. Bilim, din dışı ilan edildi. Bilimle uğraşanlar dışlandı, öldürüldü. Ne var ki, bilimin önü alınamadı. Bilim, çağdaş dünyanın en fazla itibar edilen değeri haline geldi. Kilise geriledi.
Günümüze gelindiğinde, bilimden sağladıkları toplumsal statülerini ve sınıfsal çıkarlarını koruma kaygısı altındaki bazı çevrelerin, dünkü kiliseye benzer bir konuma düştüklerini görüyoruz. Bilim, adeta dinleştiriliyor. Dogma haline getiriliyor. Bilim adına, düşünce ve kanaat özgürlüğünün önü kesilmeye çalışılıyor. \"Bilimsel gerçeklere …\" vurgu yapan keskin söylemlerle, farklı düşünenler dışlanıyor, horlanıyor, hakarete maruz bırakılabiliyor.
Öncelikle şunu belirtmekte yarar var ki, bilim ve gerçek asla bir arada olamaz. Bilim, gerçeğin olmadığı yerde vardır. Eğer, siz elinizdeki bilginin gerçek olduğunu düşünüyorsanız ve buna inanmışsanız, bilime ihtiyacınız kalmamıştır. Çünkü bilim, gerçeği arama çabasıdır, gerçeğe ulaşma sürecidir.
Varlıklar ve olaylar karşısında sahip olduğunuz açıklama biçiminizden kuşku duymuyor, yanılma olasılığını hesaba katmıyorsanız ve \"Gerçeklere ulaştım!\" kolaycılığına ve bunun getirdiği rahatlığa kendinizi kaptırmış iseniz, sizin bilim yapmanız söz konusu olamaz. Bilim, kuşku üzerine kuruludur. Ancak, elinizdeki bilgiden kuşkulanma, onu sorgulama sonucunda gelişme ve ilerlemeler elde edilebilir.
Bilimsel bilgi, yanlışlanabilir bilgidir, değişkendir. Bugün için varlıkları veya olayları açıklamak için kullandığımız bir açıklama biçimi, farklı bakış açılarından ve ileri sorgulamalarla yanlışlanabilir veya yetersiz kalabilir. Bunun üzerine yeni hipotezler kurulur, yeni gözlemler, araştırmalar yapılır. Bilimsel gelişme denilen süreç böyle işler. Bu çabaların sonucunda elde edilen bulgularla yeni teoriler geliştirilir ve bir öncekine göre daha tatminkar açıklamalara ulaşılır. Bu yeni verilerin de akıbeti, öncekilerle benzerdir.
Dolayısıyla bilimsel bilgi, mutlak doğruları değil, doğruya şu an için en yakın olanı yansıtır. Bununla yetinmemizin nedeni ise, daha geçerli olana henüz sahip olamamış olmamızdır. Bu nedenle bilim adamı \"bilimsel gerçekler\" yerine şu anda sahip olduğumuz \"bilimsel veriler\" ışığında konuşur. Söylediklerinin bir kısmının yanlış olduğunu; yani, gelecekte yanlışlanacağını bilir; ama hangi kısmının yanlış olduğunu bilmemektedir. Daima yanılma payı bırakır. Bağnaz, fanatik, katı değildir. Tartışmaya, aykırı düşünmeye, farklı görüşlere açıktır. Tezini savunur, karşıt görüşü eleştirir ama, inat etmez, toptan reddetmez. Yarın, bulguların, gözlemlerin değiştiğinde fikirlerinin, uygulamalarının da değişebileceğini düşünerek hep ihtiyatlı davranır. Olaya bakış tarzının da çok önemli olduğunu bilir ve daha geniş perspektiften, hatta muhalif tarafın penceresinden olaya bakmaya çalışır, insaflıdır. Oysa, bilimsel davranış geleneğine sahip olmayan kişiler, kesin konuşurlar, baskın üslup ve ses tonlaması kullanırlar. Ya tam onaylarlar veya tam reddederler. Kendilerini aydınlığın, diğerlerini ise karanlığın temsilcisi olarak tanımlarlar. Siyah ve beyaz arasında renk ve tonaj kullanmazlar. Kendilerinden, düşünce ve görüşlerinden çok emindirler. Fikirlerinin kesin doğru olduğunu ve asla yanılmayacaklarına inanmışlardır. Onlar gibi düşünmeyen, olayları ve varlıkları onların gözüyle yorumlamayanların yanlış yaptığına kesin olarak inanırlar. Bundan dolayı muhaliflerine hakaret etmekte, aşağılamakta tereddüt etmezler. Başkalarına hayat hakkı tanımazlar. Kendilerini aydınlığın ve bilimin savaşçıları olarak görüp, yaptıklarının kutsal bir iş olduğunu kabullendiklerinden, bunu yapmaya haklarının olduğuna inanırlar ve sloganlar atarak karanlığa saldırmayı kutsarlar.
Bilimsel bilginin değişime ve yanlışlanmaya elverişli olma özelliği, kendini en fazla tıpta hissettirir. Her gün yayınlanan binlerce bilimsel yazı, hastalıkların nedenleri, oluş mekanizmaları, teşhis ve tedavileri konusundaki sahip olduğumuz yaklaşımları hızla geçersiz hale getirmekte, yeni yöntemleri ortaya çıkarmaktadır. Tıbbi bilginin birkaç yıl içinde yarı yarıya değiştiği bildirilmektedir. Bir tıp kitabının birbiri ardınca yapılan iki baskısı karşılaştırıldığında ilk baskısındaki bilgilerin 1/3\’ünün yanlış olduğu; 1/3\’ünün ise yanlış olmasa da daha güncel ve kabul gören bilgiler nedeniyle terk edilmiş olduğu kalan 1/3\’ünün ancak halen geçerli olduğu görülmüştür. Şimdi yeni baskısını okumamış bir hekimi göz önüne alırsanız, elinde bulunan aynı kitabın eski baskısında yer alan bilgilerle hastasını muayene ve tedavi ettiğinde, her şeyi kitaba uygun bir biçimde ve hatasız olarak yapsa bile, zaten yüzde 50 civarında yanılma riski vardır.
Bu durumun farkında olan bilim adamı, kendini yanılmaz kabul edebilir mi? “Bilim böyle diyor” diyerek, farklı düşünenlerin kafalarına giyotin geçirmeye kalkışır mı? Bunu yapanlar bilimi tabulaştırmakta ve geçmişteki kilisenin rolüne soyunmaktadırlar.
Unutmayalım ki gerçek, evrendeki varlıklar ve olaylardır. Gerçekler, kişilerden bağımsızdırlar ve değişmezler. Bilim ise, gerçek değil, gerçeğin bizim tarafımızdan bir algılanma biçimidir, bir yorumdur. Bu yorum ise, yorumcunun durduğu yere ve önceki donanımına bağımlıdır. Öyleyse, bulunduğumuz yeri ve bakış açımızı sürekli yenilemeli, genişletmeliyiz. Böylece, gerçeğe doğru olan serüvenimizde, ona daha yakın bir konumda olabiliriz. Bu noktaya, doğru bildiklerimize ters düşenleri dışlayarak değil; en aykırı düşünceleri deneyip, test ederek ulaşabiliriz. Farklı düşünemeyenler, mevcudu sorgulayamayanlar bilime ve insanlığa artı değer katamazlar. Statükoya karşı “dünya dönüyor” diyebilenler sayesinde bilim ve insanlık gelişmiştir. Bilimsel gelişme, elindekini savunma refleksiyle değil, sorgulama, eleştirme, yanlışlama üzerinden elde edilebilir.