Bilim her zaman değişime ve tekamüle mahkumdur. Düzenli ve birikime bağlı gelişmeler, ürettiği bilgi oranında değerli ve etkin sayılabilecek olan bilimin özelliğidir. Bilimi, bir başka ifade ile, kendini bulma, evreni ve gerçeği tanıma ve keşfetme, tutarlılık ve tecrübelerle yanılgı ve yanlışları ayıklayıp, hangi yöntemle olursa olsun, doğruyu bulabilme ve kişilik arayışı olarak da tanımlayabiliriz. Bilim, semavi dinde olduğundan farklı olarak, \"yanılgısız duru gerçek\" kavramından yoksundur. Bir anlamda, özü eleştirilerle dolu ve ondan kesinlikle tamamen arıtılmamış, bir deneme-yanılma sürecinden ortaya çıkan, geçici ya da kalıcı olduğunu bilemediğimiz ilkelerdir. Sanatla iç içe olmasına karşın, bilimde yaratıcılık, inanç sistemlerinin temelini oluşturmasına rağmen, bilimde yanılmazlık prensipleri yoktur. Yenilenmeye açık ve özlem dolu dinamik bir yapısı vardır. Konservatif düşünceden sıyrılabilen, anane ve geleneklerini ilmi çalışmalarının dışında tutabilen ve en acımasız eleştiri ve cezalardan yılmayan bilim adamlarının, bilim tarihinde en büyük atılım ve devrimsel buluşlarını gerçekleştirdiklerini görüyoruz. Sezgi enginliği, fütursuz hayal gücü, sınır tanımayan ve merak dolu şüphecilik, gerçeğe giden yoldaki bireysel kilometre taşlarını oluşturan özelliklerdir.
Bilim, dışarıdan, konuya derinlemesine vakıf olmayan insanların sandığı şekilde, doğrudan, düzgün ve mantıklı bir biçim ve düzeyde ilerlemez. Tam tersine, baş döndüren bir hızla hareket halindeki bilimin ileriye hatta bazen de geriye doğru olan adımları, çoğunlukla kişilerin ve kültürel geleneklerin büyük rol oynadığı son derece insani ve değişken olaylardır. 16. yüzyılda Amerika kıyılarına ulaşan gemilerden sadece İspanyollar değil, aynı zamanda viruslar, bakteriler de yeni kıtaya ayak basıyordu. Bu nedenle, 100 milyon Amerikalı yerli, salgın hastalıklara maruz kalmıştı. Çiçek virüsü Meksika ve Guatemala’ya yayıldı, Maya ve İnka uygarlıklarını etkilendi.
Günümüzde kanser tedavisinde kullanılan cerrahi tedavi, kemoterapi, radyoterapi ve bunların değişik kombinasyonlarına ek olarak immünoterapi ve gen tedavisi de gündeme gelmiştir. Primer kemoterapi, bazı hastaları total mastektomiden koruyabilmektedir. Akciğer kanserlerinde de, lokal olarak ilerlemiş hastalığı gerileterek cerrahi sınırlar içine çekebilmektedir. Kanseri yapan esas bozuk genin, tedavi edilmesi ile de gen tedavisi güncellik kazanmıştır. Şayet insan geninin tam yapısı bilinebilirse, bu gen tedavisi, nanorobotların devreye girmesi ile çok daha ileri merhalelere geçebilecek ve kanser korkulu rüya olmaktan çıkacaktır.
İnsanlarda genetik mutasyon hoş karşılanmasa da, son zamanlardaki adenozin deaminaz (ADA) enzimi ile ilgili gen sahneye çıkmıştır. Bu ADA enziminin etkinliğinde, vücutta toksik maddeler birikmek suretiyle immün hücreleri zehirleyerek etkilemektedir. ADA eksik olan çocuklarda, immün sistem harap oluyor ve 2 yıl içerisinde ölüm gerçekleşiyor. Ancak son zamanlarda ADA eksikliği olan bazı çocukların 7 yıl kadar yaşayabildikleri, bunun sebebinin de hasta genin kendi kendini tedavi ettiği ve iyi huylu bir mutasyon geçirdiği düşüncesi hakim oldu. Zira ADA enzim seviyelerinin normale yakın olduğu görüldü. Genetik mutasyon bu şekilde, gen tedavisinde önemli bir adım olarak karşımıza çıkmıştır. Genetik biliminin kurucusu, Johann Gregor Mendel (1822-1884) dir. Mendel, o zamanki Avusturya İmparatorluğu sınırları içerisinde bulunan, küçük ve yoksul bir köyde fakir bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. İlkokul sıralarında zekasını keşfeden hocası ailesini ikna ederek orta öğrenime gitmesini sağladı. Ancak fakirlik yüksek tahsile imkan vermeyince bir Katolik manastıra gitmek mecburiyetinde kaldı ve 25 yaşında “Papaz” unvanını aldı. Bu manastır Brünn Manastırı idi. Bu manastır Avusturya’da, botanik müzesi, bahçe bitkileri ve zengin kütüphanesi ile meşhur ve Mendel için de ideal bir çalışma ortamı idi. Ortaokul öğretmenliği imtihanlarını kazanamayınca, Viyana Üniversitesinde fizik ve doğa tarihi okudu, tekrar imtihanlara girdi, ancak yine de kazanamadı. Evrim-kalıtım hakkındaki düşünceleri, jüriyi ön yargılı davranmaya iter ve artık Gregor’un manastıra dönerek çalışmalarına burada devam etmekten başka yolu kalmamıştır. Mendel çalışmalarını 20 yıl müddetle bu manastırın bahçesinde sürdürmüştür. Bilim düşünsel bir etkinlik olduğu için her yerde yapılabilmektedir. Zira, Arşimed kumlar üzerinde, Newton çiftlikte, Galileo eğik kulede, Darwin doğa araştırma gemisinde ve Einstein patent bürosunda araştırmalarını yapmışlardır. Mendel de bir bahçeyi zorunlu olarak çalışma sahası seçmiştir. Mendel, atalarımızdan beri taşıdığımız bir takım özellikleri bilimsel olarak izah edebilmek için, 22 çeşit bezelye üzerinde çalışır. 7 çift karşıt özellik tespit ederek araştırmalarına devam eder. Çapraz döllemelerle, birinci ve ikinci kuşak ürünler elde eder. Kuşaktan kuşağa gizli kalan çekinik faktörlerin birbirleri ile (bb) birleşerek ortaya çıkabileceklerini gösterdi. Gregor, yavrunun anneye ya da babaya benzeyebilirliğini ilmi olarak izah etti. Ana-baba özelliklerinin yavruda bir tür kaynaştığı varsayımı kabul edilemezdi. Çünkü o zaman, doğal seleksiyonla üstünlük kazanan özelliklerin kuşaklar boyu zayıflama sürecine girmesi gerekirdi. Yani kuşaklar sonra, yetenekler kaybolmaya yüz tutacaktı. Yavrunun anne-babadan birine daha çok benzemesi, ayrı birimler olarak yavruya geçtiği düşüncesi, Mendel’in getirdiği bir açıklamadır. Mendel 1865’te, teorisini bilim çevrelerine sunar ancak kabul görmez. 35 yıl sonra, Hugo de Vries ve Weismann gibi bilim adamlarının çalışmaları ile, kavranabilir ve gün ışığına çıkar. Mendel bu açıdan genetik mühendisliğinin de kapılarını aralar.