James D. Watson 1928’de Chicago da doğdu. 1950 ve 1953’te Kopenhag ve Cambridge’de çalıştı. Burada Francis Crick ile DNA’nın yapısını çözümledi ve Maurice Wilkins ile birlikte üçü 1962’de Nobel Ödülü’nü aldılar. 1956’da Harvard Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Biyokimya Profesörlüğü’ne getirildi.
“DNA, tüm hücrelerin kromozomlarında bulunur ve tüm genler DNA’dan meydana gelmektedir.” Avery bu tezi ileri sürdü. Şayet bu faraziye doğru ise, hayatın sırları proteinlerde değil, DNA’da olmalıydı. Bu noktadan hareketle James, araştırmalarına başlar. Francis Crick’in Mükemmel Biyolojik İlkesi; genin kendi kendini çoğaltabilmesi, yani hücre bölünmesi sırasında kromozom sayısı iki katına çıktığında kendi kendisinin ikinci bir kopyasını çıkartabilme kabiliyetidir. 1950’li yıllarda bu fikre bir çok bilim adamı karşı çıkıyordu.
“DNA tuzu için bir yapı önermek isteriz. Bu yapının biyolojik öneme sahip yeni özellikleri vardır…” diye başlayan 900 kelimelik makaleyi daktilo eden Watson’un kız kardeşi Elizabeth idi. Bu Nobel alan çalışmayı içeren yazı, 2 Nisan Çarşamba günü yayınlanmak üzere NATURE editörüne gönderilmişti. Bu makalede, genetik maddenin kendini kopyalama mekanizmasını da içerdiğini görmekteyiz. Bu tarihte, çok ilginçtir ki, James D. Watson ancak 25 yaşında idi.
Kuran-ı Kerim’de, Nisa suresinde, insanların tek bir nefisten yaratıldıkları, Adem’den de Havva’nın yaratıldığı, daha sonraki mahlukların da çift olarak yaratıldıkları ifade edilmiştir. İbn Mace’nin kaydettiği bir hadiste, Havva’nın, Adem’in kaburga kemiğinden (kopyalanarak) yaratıldığı belirtilmektedir. Diğer bir hadiste de, kadının kaburga kemiğine benzetilerek çok nazik ve kolay incinir olduğunun belirtilmesi, birbirini destekler mahiyettedir. Yaratılışın, cinsiyetin babaya bağlı oluşu, toprak, Adem, Havva ve tüm insanlık matematiksel çizgisinde, kromozomal bir gerçek olduğunu ortaya koymaktadır.
Bugün, bilim çevrelerinde kopyalama adı ile yapılan araştırmalar, Allah’ın yaratma fiilini sebepler planında anlayarak, onu taklit ederek ve sebepleri belli noktalarda değişikliğe uğratarak, yine O’nun yarattığı hücreyi, sistemi ve mekanizmaları kullanmak ve devreye sokmak suretiyle, bir canlının anne karnında gelişmesini değişik bir yoldan sağlamaya vasıta olmaktan ibarettir. Bu maturasyon merhale ve basamaklarının hızlandırılabilmesi, atlatılabilmesi ve birleştirilebilmesi, hiçbir zaman yaratılışa müdahale olarak addedilmemelidir. İlmin sonu yok ve her araştırma, öze varmada bir basamaktır. Yumurtanın spermle döllenmeden de elektriki veya fiziki faktörlerle bölünmesinin uyarılabileceği ve ana karnında bir canlıyı meydana getirebileceği gerçeği, Kuran’ın asırlar önce işaret ettiği hücresel füzyon olan Adem’den Havva’nın, Meryem’den İsa’nın kopyalanmasının (hem erkekten, hem de kadından kopyalamak) sistemini, mekanizmasını ve bu husustaki ayet ve hadisleri anlamada önemli bir adım olmaktadır. Bu arada, Nisa suresinin ilk ayeti dikkatle incelendiğinde, ilk yaratılan canlı hücrenin Adem’in değil, Havva’nın hücresinin olduğu ve bu hücreden Adem’in ve ondan da Havva’nın (Kopyalandığı?) yaratıldığı kanaatimin hasıl olduğunu da ifade etmek isterim. Bu açıdan bakıldığında, sadece dişi hücreden değil, erkek hücresinden de kopyalamanın yapılabileceğine işaret edildiği ihtimal dahilindedir.
Bilimin ışığında bugün gelinen noktada, genetik alfabenin ve kodlamanın sınırları belli ölçüde çözülmüş ve genetik program mekanizmalarının işlevleri taklit ve takip edilerek canlılar üzerinde bir takım değişiklikler yapılmaya başlanmıştır. Bitki, besin ve hayvan ıslahlarının bütün bu çerçevede sayılabileceği, ve bilimin insanlığa daha yararlı bir hale gelebileceği düşüncesi ile bilim adamları art niyetten ari bir politika güderek ve buna yönelik önlemler de alarak, gayret sarf etmelidirler.
1970’li yıllardan beri, üreme hücrelerinin klonlama çalışmaları, büyük bir hızla devam ede gelmektedir. Bugün, değişim baş döndürüyor, nörobiyokimya, nörobiyoloji, nörofizyoloji, nörofarmakoloji, mikronöroanatomi, nöroimmunoloji, nörogenetik, geno-kromozomal cerrahi, telemedisin, robotik cerrahi, endonöroşirurji, nanonöroşirurji, nanoteknoloji heyecan veriyor, adrenalin deşarjına sebep oluyor, seratonin tepe yapıyor, tüm bilim adamlarını empati, otokritik ve vicdan muhasebesi yapmaya zorluyor, cerrahi tatmini etkiliyor, operatif ve ilmi libidoyu tetikliyor, insanın kaliteli yaşam ve refahını yükseltiyor, dünyayı daha yaşanılabilir bir ortam haline getiriyor, gençlere yeni ufuklar açıyor, velhasıl her alanda sıra dışı etkileşimlere neden oluyor.
Ancak, klonlomanın yanında tüm araştırma alanlarında, konuların ahlaki boyutları, asla göz ardı edilmemelidir. İnsan kopyalaması üzerinde çok düşünülmeli ve sınırları belirlenmelidir. Birçok yan ürün ya da kontrol dışı garip, hatta tehlikeli yaratığın neler doğurabileceği, çevreyi ve insanlığı ne büyük tehlikelerin beklediği unutulmamalıdır. Yarın, insanlık, Alfred Nobel gibi kefaret ödemekle de kendini kurtaramayabilir ve çok geç olabilir. Her işte olduğu gibi, laboratuvarlarda, bilimsel çalışma ve araştırmalarda da, insanlığa hizmet, iyi niyet, dürüstlük ve samimiyet temel düstur olmalıdır. Ancak, bu esaslar da mutlaka ulusal ve uluslararası kanunlarla belirlenmeli ve art niyetler kontrol altına alınmalıdır. Genetik kopyalama sistemine bağnazca karşı çıkmak da, ışığa, bilime, medeniyete ve gerçeklere karşı çıkmaktır.
Bugün bu makaleyi yazarken, ateşte kaynayan bizmut dolu kazanı, sabır, itina ve büyük bir umutla karıştıran kamburu çıkmış, avurtları çökmüş, uranyumun çok acı bir şekilde kendisinden intikam aldığı, bir polonyum ve dolayısı ile Polonya aşığı, Manya Küri’yi görür gibiyim.