İnsan, geçmişten günümüze kadar akan süreçte kendini var edebilmek ve varlığını sürdürebilmek için faklı yol ve yöntemler bulmuş ve denemiştir. Bu süreç meşakkatli, çilekeş ve bazen de mutluluk dolu bir yol izlemiş ve kendi yaşamına ışık tutarken aynı zamanda yeni üretimlerle birlikte aktardığı deneyimleri harmanlayarak günümüze kadar kültürel bellek oluşturmuştur. Bu kapsamda insanın kültürel bellek oluşturmada temel işlev gören enformasyon ve bilginin önemi F. Bacon’dan buyana bilgi güçtür, mottosuyla kendini ön plana çıkarmıştır.
Şanlıurfa-Göbeklitepe’deki arkeolojik kalıntılara göre İ. Ö. 12.000 yılında yaşayan eski insanlar kendilerine yer-yurt edinirken sulak ve bereketli toprakları seçmeyi başarmış ve üzerinde uzun yıllar yaşamışlardır. Antropolojik bulgular bu yaşamların kendine özgü kültür oluşturma ve aktarma işlevi içinde neler yaptıklarına ilişkin birçok bilgiye sahip olduklarını ortaya koymuştur. Bu minvalde öncelikle insanlar yaşamlarını güven ve garanti altına almak için mit ve büyüden yararlanmıştır. Mit ve büyü üzerinden bilgilerle yaşam düzenlemelerini sağlamışlardır. Mit, büyü, din ve tecrübi bilgiler/deneyimler eski toplumların varlıklarını sürdürmede, sosyal ilişkilerini inşa etme ve bu pratikleri bir sonraki kuşağa aktarmalarında önemli rol oynamıştır. Dini bilgiler, mit, büyü ve yaşanan deneyimler üretim yapmaya ilişkin ekonomik bilgiler, yönetim bakımından siyasi bilgiler, ideolojik bilgiler, sanat ve bilimsel bilgiler insan ilişkilerinin gerçekleştirilmesinde önemli işlev yüklenmiştir. Her bir bilgi türünün insan yaşamındaki yeri inkâr edilemez. Kısacası ister ekonomik üretim yapalım ister yönetimde iktidar olalım isterse gündelik yaşam içinde yer alalım hepsinde belli bir bilgiye ihtiyacımız vardır. Örneğin, İ.Ö. 3 000 yıllarında Nil nehri kıyılarında tarımla uğraşan insanların, Nil nehrinin yılın belli dönemlerinde taşmasını deneyimledikleri için, taşma süreci geçtikten sonra ekim yaptıkları ve verim aldıkları bilinmektedir. Aynı şekilde bazı kültürlerde yerlilerin avlarının bereketli geçmesi için düzenledikleri törenlerin bir büyü biçimine dönüşmesinin nedeni daha çok avlanmalarına olan inançtan kaynaklandığı söylenebilir. Bu tecrübi bilgiler eski insanların sorun çözme yolu olarak görülebilir. Bugün de yağmur duasına çıkanların eski insanlardan çok da farklı oldukları söylenemez. Sonuç olarak hangi türden bilgi olursa olsun insan yaşamında inkâr edilemez bir yere sahiptir ve her biri insan ihtiyacının karşılanmasında farklı bir işlev görmektedir.
Bilimin gelişim tarihine baktığımızda kökeninin çok eskilere dayandığı ancak modern bilim varlığını Newton’un yerçekimine konu olan pozitivist metodun keşfine borçlu olduğunu unutmamak gerekir. Bu anlamda bilim öncelikle 17. Yüzyılda doğa bilimleri alanında metodunu ilan edip itibar kazanmıştır. Bu itibar bilimin diğer bir dalı olan sosyal bilimlerin gelişimine uzanmıştır. Bu çerçevede bilim-siyaset ilişkisini iki soru etrafında düşünmek ve düğümlemek mümkündür.
- Bilim, insanın yaşamını nasıl kolaylaştırmakta ve ihtiyacını karşılamaktadır?
- Hangi amaç ve kimin için bilimi üreteceğiz ve kullanacağız?
Bu iki soru bilimin siyasetle ilişkisini anlamanız bakımından önem taşımaktadır. Çünkü bilim gerçeğin ne olduğunun araştırılmasını ve sorunların nasıl çözüleceğine ilişkin bilgilerin ortaya konulmasını amaçlamaktadır. Diğer bilgi türlerine göre daha kapsayıcı ve genel geçer bir çözüm sunmaktadır. Bu anlayış ister istemez toplumların bir bilim politikasının olmasını gerektirmektedir. Bilim politikası/siyasası o toplumun beşeri ve ekonomik sermayesinin, ar-ge çalışmalarının gelecek açısından planlanmasını içermektedir. Planlama ülkenin ilgili kurumlarının iş birliği içinde hareket etmesini gerekli kılmaktadır. Bu yönüyle bilimin siyasetle ilişkisinin dolayımlılık çerçevesinde bir konum aldığı söylenebilir. Bir de bilimin verilerinin uygulamaya konulması durumu vardır ki, bu işlevin de siyasetten/iktidardan bağımsız olduğunu söyleyemeyiz. Toplumun refahı ve kalkınması için bilime duyulan ihtiyaç ancak uygulayıcılar olarak görev alan devletin kurumları ve bürokratları aracılığıyla pratiğe geçirilmektedir.
Öte yandan siyaset teriminin günümüzde giderek kirlilik düzeyinde anlam zedelenmesine uğradığından ve değersiz bir hal aldığından söz edilebilir. Bu ifade ile siyasetin pejoratif bir anlam taşıdığı ve doğrudan siyasilerin çıkar ilişkilerine işaret ettiği yönündedir. Oysa siyaset kurumu uygulayıcı bir kurum olarak bilimin ortaya koyduğu gerçekleri ve ihtiyaçları gidermek ve birey ile toplumun refahını artırmak amacıyla bilime gereksinim duymaktadır. Bilimi siyasetin dışında düşünemeyiz ama hangi siyasetin ve kimin için diye sormak gerekiyor. Bilimi, siyasi iktidar kendi menfaati yönünde değil kamunun, toplumun menfaatleri açısından ve evrensel boyutta uygulamaya koyması ve kullanması söz konusudur. Bilim ile siyasetin iş birliği ülke çıkarları ve kamusal çıkarlar açısından dikkate alınmalıdır. Aksi taktide bilimin siyasete alet edilmesi hem siyasete hem de bilime zarara vermekte itibar yitimine neden olmaktadır. Bu bakış bilimin siyasetten tamamıyla bağımsız olmayacağını ortaya koymaktadır. Nasıl ki, bilimin uygulamaya yönelik biçimi olan teknolojik ürünler insan yaşamını kolaylaştırıyorsa bir o kadar da üretimler yoluyla ülke ekonomisine katkı sağlamaktadır. Ancak bilimin mutlak anlamda olumlu işlev gördüğü söylenemez. Teknolojinin olumsuzluklara yol açan ürünlerini göz ardı edemeyiz. Bu konuda Einstein’ın atomu parçalama keşfi kimyasal sanayi açısından çok önemli iken bu icadın savaş ve savunma sanayisinde kullanılması ile insanlığı yok eden bir tehlikeye dönüştüğünü II. Dünya savaşında ve günümüzün velayet savaşlarında (ben III. Dünya Savaşı olarak adlandırıyorum) yaşanmış, yaşanmaktadır. İşte söylemek istediğim bilim-siyaset ilişkisini insani, kamusal ve ekolojik boyutta yaratacağı olumlu işlevler açısından ele almaktır. Bu anlamda canlı-cansız tüm varlıkları yok eden tehlikelerden uzak tutmak, bilimi hangi amaç için kullandığımızla alakalıdır. Bir grubun menfaatini ön plana alan bilim anlayışı örneğin covid-19 virüsü salgınını dikkate aldığımızda aşıya sahip olmak bakımından güçlü ülkeler ve yoksul ülkeler arasındaki bölünmeler ne yazık ki eşitsizliklerin yaşanmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Bilimin siyasetle ilişkisini gerek ulusal gerekse uluslararası ölçekte iş birliği çerçevesinde tutmak insani ve ahlaki bir durumdur. Bu bağlamda siyaset kurumunun yöneticileri bilimin önünü açacak politikalar geliştirmeli, bilimle uğraşan akademisyen ve araştırmacılar ise siyasetçilerin kişisel menfaatlerine çanak tutacak davranışlardan kaçınmalıdır. Bilim insanı herhangi bir gruba angaje olmak yerine entelektüel bir duruş sergileyerek bilim alanındaki gelişmelere açık ve şeffaf olmalı, gerçeğin ne olduğunu saklamamalıdır. Ayrıca bilim insanını görüşünden dolayı yargılamak yerine bu görüşün ABD’de ve Avrupa ülkelerinde olduğu gibi ülkenin geleceği için stratejik açıdan nasıl yararlanabiliriz düşüncesiyle hesabı ve planı yapılmalıdır. Bazen bilimin açıklamaları siyasileri rahatsız edebilir ama bu gerçeğin açıklanmasını yönetilenlerden gizleme durumu yaratmamalıdır. Bilim insanını baskı, korku, tehdit ve kaba kuvvet ile susturma yoluna gitmek yerine Habermas’ın da altını çizdiği üzere tüm düşünce ve fikirlerin diyalog ortamı yaratılmasıyla sürekli olarak müzakere edilmesi ve ortak bir paydada buluşarak uzlaşı sağlamanın yolları aranmalıdır. Bu bağlamda bilim ile siyaset ilişkisini her iki alanı birbiri ile ilişkilendirerek bireyin ve kamunun yararını nasıl geliştirebilecekleri üzerinden düşünerek değerlendirmek gerekmektedir.