Bilim, evrensel platformda hiç bir fark gözetmeksizin insanlığın ortak mirasıdır. Bilimin dini, mezhebi, ırkı, milliyeti, bayrağı ve vatanı olmaz. Bilim adamının da, bilim adamı kisvesi ile bu özelliklerde olması gerekir. Zira bilim adamının bilgisinde, tecrübesinde ve sanatında, çöldeki bir bedeviden, kutuplardaki bir eskimoya ve siyah Afrika’daki bir bebeğe kadar, kainattaki tüm insanların hatta bütün canlıların ve yaratıkların da hakkı vardır. Bilimin beslendiği çok önemli bir kaynak da, merak, sebat, azim, erdem, kontrol edilebilir bir hırs ve sarsılmaz bir ahlak ile çalışmaktır. Sadece akademik bir titr ile olmasa da, doçentliğin ulusal, profesörlüğün uluslararası, artık bugün yıldızlararası ve galaksilerarası bir süperstarlık kalitesi gerektirdiğini düşünürsek, bu hususların ne kadar önem arz ettiği ortaya çıkar. Bu kadar öneme haiz olan bilimin de, mutlaka bir ahlakı olmalıdır. Bilim adamını yücelten, ona ruhanilik kazandıran, onu ayrıcalıklı kılan ve saygınlık seviyesine yükselten de bu ahlaktır. Tarih boyunca bilim adamlarının kutsiyet kazanmalarının ve toplum tarafından, bir anlamda ruhban sınıfı içerisinde telakki edilmelerinin altında yatan sebeplerden biri de budur.
Bilimin kaynağına saygılı olmak çok önemli bir kriterdir. Bu saygı, hem maddi hem de manevi anlamda gösterilmelidir. Bir makalede, kitapta ve yazıda kullanılan bilginin kaynağını refere etmemek, kendisininmiş gibi sunmak, her ne kadar bugün kibar(!) tabiri ile “intihal” olarak addediliyorsa da, bu düpedüz, saygısızlık, ahlaksızlık ve hırsızlıktır. Bu husus, bir anlamda, bilimsel saygısızlığın ve ahlaksızlığın maddi boyutunu oluşturur. Ancak bunun bir de, hep gözardı edilen ruhani, psikolojik ve manevi boyutu vardır. Kitaba, kaleme, kağıda, ustaya ve hocaya saygı…
Kitabın, kalemin ve kağıdın kutsal olduğunu burada tekrar ifade etmeye bilmem gerek var mı? Bilim mukaddestir. Haliyle onu kaydeden kalem de, kaydedilen kağıt da, muhafaza edildiği kitap da kutsiyet kazanır. Kütüphanecilik tarihine baktığımızda, ilmi eserlerin kutsal kitaplarla ayni ihtimamı ve saygıyı gördükleri açıktır. Benim, kompozisyon (tahrir), matematik, kaligrafi (hüsn-ü hat), Fransızca, Farsça ve belagat hocam olan rahmetli babam, daha okula gitmediğim yıllarda, bana ilk öğrettiği şey, kitap yırtmanın, kalem kırmanın ve bir gazete kağıdı olsa bile, üzerine basmanın en büyük günahlardan biri olduğunu ve bu hareketlerde bulunanın asla ilim adamı olmayacağını, her üçüne de Kuran-ı Kerim’e gösterilen saygının ve ihtimamın aynısının gösterilmesinin gerektiğini öğretmesidir. Elime her kalem, kağıt ve kitap aldığımda, ya da artık bugün bilgisayarın karşısına geçtiğimde, babamın bu nasihatı aklıma gelir.
Ustaya ve Hocaya saygı ise, insanı insan, alimi alim ve bilimi bilim yapan haslettir. Atalarımız “Kaynağına saygı gösterilmeyen ilimden fayda gelmez” derler. İlmin ve sanatın karşılığı sadece saygı olmalıdır ve para ile satılmamalıdır. Nitekim, zekanın zekatı, mizah ve espiri, bilimin zekatı ise öğretmektir. Bu nedenle, bu gün değil ama eskiden, sanatkarlar, bestekarlar, hattatlar, ressamlar, müzisyenler ve hocalar para karşılığı ders vermezlerdi. Beklentileri sadece ve sadece öğrencisinden hürmetti. Bu konuda, kişilerin ailelerinden aldıkları terbiyenin de yerini unutmamak gerekir. Ben de bunun çok doğru bir prensip olduğu kanaatini taşımaktayım. Ancak, işi karşıya geçinceye kadar, umduğunu elde edinceye kadar, hedeflediği makam, mevki ve unvanı kazanıncaya kadar, aile boyu hürmette kusur etmeyip, saygısını gösterebilmek için fırsat kollayıp, ceketinin üç düğmesini kapadıktan sonra iliklemek için başka düğme yok mu diye arayan, huzurunda yerlere kadar eğilerek yağcılığın bile ötesinde saygı(!) gösterenlerin, daha sonra gerçek yüzlerinin, yetişme tarzlarının ve aldıkları aile terbiyesinin nasıl su yüzüne çıktığını da görmek mümkündür. Bu tip bir saygı ise hakiki saygı olarak değil, sahtekarlık ve riya olarak kabul edilmelidir. Yaralı hafızada, incinen hatırada ve ihanete uğrayan hayalde bulunan bu ve benzeri durumlar, hocalık şevk ve heyecanını ortadan kaldırır.
Aynı zamanda, ruhumun bedenime, bedenimin kendime ve kendimin de evrene sığmaması için, hiç bir fedakarlığı esirgemeyerek iç dünyamı şekillendiren en büyük rehberim, edebiyat, tarih, felsefe, mantık, teoloji, din bilimleri, musıki ve Arapça hocam ve ismini gururla taşıdığım rahmetli dedem, bana ilim adamı olmanın beş şartının olduğunu öğretmişti. Bunlar; çok soru sormak, her kafana takılan sorunun cevabını bulmadan uyumamak, çok tekrar ve müzakere etmek, bildiğin her şeyi hiçbir beklentin olmadan layık olanlara, isteyenlere öğretmek ve en önemlisi, iliminden istifade edilen hocaya, kim olursa olsun asla hürmette kusur etmemek, hiç kimseye gösteremeyeceğin kadar saygı göstermek ve onun hizmetinde bulunmaktır. Aksi takdirde, gerçek bir bilim adamı olmanın mümkün olamayacağını bana tembihlerdi. Bu prensiplerin her zaman geçerliliğini muhafaza ettiği kanaatindeyim.