Akademik hayatımızda, hepimizin çok iyi bildiği gibi olmazsa olmazımız, özellikle yardımcı doçentlik, doçentlik ve profesörlük için temel şart kabul edilen, kanaatime göre de, akademik ve üniversiter sistemde idari atamalara da mutlak esas teşkil etmesi gereken bir kriter olarak, bilimsel makaleler hakkında çok şey yazılıp söylenmektedir.
Yüksek Öğretim Dergisi’nin son sayısında yayımlanan bir makalemde, (http://www.yuksekogretim.org/Port_Doc/YOD_Preprint_Vol/YOD_2015000007.pdf) kısmen bu hususa dikkat çekmiş ve bazı kriterleri dile getirmiştim. Aldığım tepkiler ışığında, bu konuya çok daha fazla ağırlık verilmesi gerektiği inancım hâsıl olmuştur. Bu nedenle, “yayın” konusunu tekrar hatırlatmak istedim.
Ancak bu tür bilimsel yayınlar ve makaleler, sadece belli merhaleleri atlayıp, istenilen akademik payeye ve makama sahip olabilmek adına yapılmamalıdır. Omurgasız, ne için yapıldığı ve neyi hedeflediği belli olmayan, “iş olsun, torba dolsun” zihniyeti ve “harem ağası” tavrı ile daha önce yapılmış veya kıyıda köşede neşredilmiş bir çalışmayı, teknolojik sahtekârlıklarla “copy-past” işlemleri sonucu makale diye takdim edilenleri dikkate almamak gerekir.
Kimse kimseyi kandırmasın. Bilime katkısı olmayan makale, nerede neşredilirse edilsin, makale ya da yayın olarak kabul edilmemelidir. Şayet bilime en küçük bir katkısı varsa da, o yayını da, yazarını da baş üstünde tutmak gerekir. Hiçbir dergide, kitapta, yayında kaynak olarak gösterilmeyen, insanlığa faydası olmayan, bilime en ufak bir katkısı bulunmayan, sayfalarca uydur-kaydır laf salatası safsataların da makale diye sunulması, bu sahada ömrünü tüketmiş olanlara saygısızlık ve onları aptal yerine koymak olur.
J. D. Wattson’un, “Nature”de yayımlanan ve daha sonra bu sebeple Nobel Ödülü’ne de layık görülen DNA ile ilgili makalesinin 1-1,5 sahife olduğu unutulmamalıdır. Wattson’un bahsettiğim bu araştırması için nelerden vazgeçtiği, ne gibi zorluklara katlandığı, kimlerle mücadele ettiği ve arkadaşlarınca nasıl sabote edilmeye çalışıldığı hayalimde canlanınca, ona hayranlığım bir kez daha artmaktadır.
Tabii ki, her bilim insanından bu tür araştırma ve buluş beklemek safdillik olur. Yalnız, bilime katkısı olmayan, okunmaktan bile yoksun, bir kez dahi atıf almayan çalışmaların da “makale” olarak kabul edilmemesi gerekir.
Yakın zaman önce neşredilen bir yazıda (http://t.co/hJLht5JjJq), beşeri bilimler alanında yayımlanan akademik makalelerin yüzde 82’sinin, sosyal bilimlerde ise yüzde 32’sinin, bir kez bile kaynak olarak gösterilmediği (cite edilmediği) ifade ediliyordu. Gerçi bu atıf hususunun ve de hep üzerinde durduğum “H indeksi”nin de suyunu çıkardılar ya…
Ayrıca, fen ve tıp sahasında akademik atama ve yükseltmeler için uluslararası makale şartının olması, bunun sosyal bilimlerde mecburi olmaması da ayrı bir haksızlık. Oysaki kazanılan akademik payeler ve karşılıkları arasında herhangi bir fark bulunmamaktadır!
İçimden bir ses bana, “Tek bir ilmi neşriyatı olmadan, sularla, taşlarla, otlarla, toprakla ve üfürükten şeylerle her türlü hastalığı tedavi ettiğini iddia eden birçok sahte doktor, şarlatan ve ne olduğu belirsiz doçent ve profesörlerin ekranlarda cirit attığı ve hiç kimsenin de bunlardan hesap sormadığı/soramadığı, bazı master ve doktora tezinin, bir yayın dahi olamayacak kalitesizlikte ve kopyalama ve/veya aşırma yöntemlerinin ürünü olduğu günümüzde, sen kalkmışsın makaleden dem vuruyorsun!” diye serzenişte bulunmaktadır.
Canınızı çok sıktım, farkındayım. Bir rubâi ile hem Kurban Bayramınızı tebrik edelim hem de gönlünüzü ferahlatalım. (İsmail Hakkı AYDIN, Ya Hayy!, Bircîs’e. Ötüken Yayınları, İstanbul 2014).
BİRCÎS’E
(Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün)
Bende Mecnundan da çok aşıklık ibtilâsı var.
Kimse bilmez Sen gibi püsküllü bir belâsı var.
Tâ ezelden sanki gönlüm oldu mecbûr cevrine,
Zülm için Bircîs’e her an bir sebep îcâdı var.