Korona salgınının yaratacağı ve toplumların yapısını kökten değiştirecek olan önemli gelişmelerden birisinin, toplumların daha çok bilimselleşeceği yönündeki gelişme olacağını söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Elbette bilimin gelişmesinin yani bir başka ifadeyle bilgi arayışının önündeki engellerin aşılmasının tarihi, oldukça uzun bir tarihtir. Hikaye antik çağlardan beri süregiden bir hikayedir; ama kuşku yok ki 17. yüzyılda kesin bir dönüm noktasına ulaşmıştır. Bilgi arayışının kendisine dikte edilmiş sınırlılıklardan özgürleşme sürecinde 17. yüzyıldaki Bilim ve Aydınlanma Devrimi özel yere sahiptir. İçinde yaşadığımız dünyanın şeytanlarla, ruhlarla, cinlerle dolu bir yer olduğuna inanılan bir dünya olmaktan çıkışında Bilim Devrimi en tetikleyici güç olmuştur.
Bilgi arayışına dikte edilmiş sınırlılıkların ve engellerin aşılması, bilimin özerk bir kurumsal yapılanma olarak kendisini inşa etmesindeki en büyük sıçrayışa işaret etmektedir. Bilim Devrimi, demek ki, bilgi arayışında yaşanan özgürleşmeye ve bilimin kurumsallaşmasına aynı oranda dayanmaktadır. Bu iki sürecin de hemen sonuç verdiğini, yani, özgürleşme ve özerkleşmenin kısa zaman diliminde gerçekleştiğini varsaymak doğru değildir. Örneğin, Peter Wagner’a göre, bilimsel etkinliğin örgütsel özerkliğinin ortaya koyulmasında etkili olduğu düşünülen akademi derneklerinin büyük çoğunluğu o dönemde monarşik otoriteye bağlı ve onunla ilişki içindeydi (2013: 146). Bu sebeple, bilimcilerin topluma, ticarete, siyasete karşı nötr olmalarının hemen Bilim Devrimi ile gerçekleşmediği elbette vakadır, ama zaman içinde kendisine ait işleyiş kuralları olan kurumsal bir yapıyı inşa ettikleri de gözden kaçırılmamalıdır.
Bilim karşıtı savaşlar (?)
Bilgi arayışı önündeki sınırlılıkların ve engellerin zamanla aşıldığı süreç olarak Bilim Devrimi, bilimin doğanın işleyiş yasalarını bulmasının ve bu bulgular ışığında insan yaşamını kolaylaştıran yeni teknolojilerin üretilmesinin temeli olmuştur. İnsan en başından itibaren doğaya müdahalede bulunan ve onu değiştiren canlı türüdür. Ancak, Bilim Devrimi’nin getirdiği olanaklar sayesinde doğanın karşısında deyim yerindeyse büyük zaferine giden yolun en önemli kısmını yürümüştür. 17. yüzyıldan itibaren oldukça hızlı bir gelişim gösteren bilim, özellikle 20. yüzyılın başlarından itibaren zaman zaman muhtelif çevrelerin eleştirisine ve hatta saldırısına maruz kalmıştır. Bazı toplumlarda bilimin ilerlemesi ve toplumsal olarak kabullenilmesi daha uzun ve çetrefilli bir süreci gerektirirken, bazı toplumlarda da bilimin yeni bir tahakküm ilişkisi ortaya koyduğu tartışmaları öne çıkmıştır. Yani bilimin toplum, siyaset ve ekonomi meselelerine ilişkin olarak nötr kalamadığı ya da kalmasının mümkün olmadığı ileri sürülerek bir bakıma bilim karşıtı bir savaş başlatılmıştır.
Hedeflerine ulaşması açısından işlevsel olmaya zorlanmanın bilimin araçsallaşmasını getirdiği ve araçsal aklın hakimiyetine girdiği tartışmaları, 1930’lardan itibaren yapılageldi. Heidegger’in (1977) yeni bir metafizik anlamında teknoloji olarak ve Horkheimer’ın (2016) araçsal aklın hegemonyası olarak bilimi tarif etme girişimlerinden anlaşılacağı üzere, bilim, karşı hamlelerle veya hatta savaşlarla karşılaştı. Bazıları “bilim karşıtı savaşlar” ifadesini bu tepkileri nitelemek için uygun buldu. Ancak, diğer bazıları da bu tepkilerin bilim karşıtı olmadığını, aksine bilimi düzeltmeye yönelik ilerlemeci eleştiriler olduğunu düşündüler. Bu tepkilerin altında yatan temel nedenlerden birinin özerkleşme olduğu hususunda bir şüpheye yer olmadığını söyleyebiliriz. Bilimsel disiplinlerin aşırı uzmanlaşmaları, problem çözmede vazgeçilmezdi muhtemelen. Ama aynı zamanda bir dağınıklığı veya parçalanmışlığı gündeme de getirdi. Problem çözmedeki hız ve işlevsellik uzmanlaşmanın yani özerkleşmenin nedenini oluşturmaktaydı fakat herhangi bir şemsiye altında bilimsel disiplinlerin birlikteliği bir şekilde bu nedenle ortadan kalktı. Bu sürecin, son derece sorunsal yönleri olmasına rağmen araçsallaşmayla, hatta “akıl tutulmasıyla” sonuçlandığı iddialarının temelsiz olduğunu ise yakın tarihsel süreç ortaya koydu.
Bilimsel bilginin yerleşiklik kazanması
Yaşamımız her daim bir problem çözme uğraşısı içermektedir. Problem çözmek için ise bilgiye ihtiyaç duyarız. Çağımızda problem çözmek, çoğu durumda belirli bir bilgi türüne başvurulmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Bu bilgi türü, bütün itirazlara, ithamlara rağmen yine de bilimsel bilgidir. Demek ki, “araçsal aklın tek yönlü dayatılması olarak bilimin kati düzeyde eleştirilmesi en nihayetinde bütünüyle ikna edici değildir” (Wagner, 2013: 161). Kuşkusuz bilimin ilerlemesinde ona yönelik eleştirilerin pozitif sonuçları da yok değildir. Paradigma değişikliğinin ve yenileşme ihtiyacının mutlak olduğuna inananlardan değil belki ama epistemolojik, metodolojik tartışmalardan bilim elbette beslenmiştir. Ancak, bilime yönelik reddedici bakış açılarının çöktüğü ve tekrar dirilmesinin olanaksızlığı bir vakadır. Bu durumu, toplumun gündelik yaşamında bilimsel bilginin yerleşiklik kazanmasından ötürü açıkça görmekteyiz.
Anthony Giddens’a (1991) göre, çağımızı önceki çağlardan ayıran en temel olgulardan birisi bilirkişiliğe duyulan güven ve buradaki potansiyel risktir. Riskin merkezi konumda bulunduğu çağdaş toplumda yurttaşların bilirkişilik kurumuna ve uzmanlara / bilenlere güven duymaları bir zorunluluktur. Örneğin, nükleer bir patlama olasılığıyla ilgili meselede, geleneksel olarak üretilmiş bilgiye değil, nükleer enerji üzerinde uzmanlığı bulunan bilirkişiye, bilimciye güveniriz. Bilirkişiliğin kurumsallaştığı ve güven-risk dengesinin merkezi öneme haiz olduğu çağdaş toplumda kuşkusuz bilimin konumu ve işlevleri üst düzeydeki bir değere işaret etmektedir. Bilimin gündelik hayatta gittikçe daha yerleşik hale geldiğini korona salgınıyla birlikte daha net biçimde deneyimliyoruz.
Esas itibariyle, insanın doğayla olan ilişkisinin (ya da mücadelesinin) getirdiği sonuçların parçası olan sorunlar, yine insanın doğayla olan ilişkisi çerçevesinde çözülebilecektir. Modern insan kendisini doğanın üstünde konumlarken, kuşkusuz doğa yasalarının bilgisine sahip olan yani bilen varlık olarak hareket etti ve ediyor. Bu ilerlemenin arkasında bilim çok merkezi bir konuma ve role sahiptir. Bugün aynı bilim, insanın doğaya müdahalesinin getirdiği sonuçlarla nasıl baş edebileceğimizi de gösterebilecek potansiyeldedir. Scott Lash’ın söylediği gibi “bize modernliği bilim verdi” ve bugün ikinci modernliğin temelinde de bilim var. Kendi yarattığı sorunsal sonuçlar üzerinde düşünmek zorunda olan modernliğin bu düşünümselliği de bilime dayanmakta ve onu gerektirmektedir. Dolayısıyla, insan-doğa ilişkisinde insanın kazanan taraf olmasında üstlendiği işleve benzer şekilde bilim bugün de aynı ilişkideki sorunsallıkların aşılmasında da merkezi işleve sahiptir.
Bilimsel bilgi, demek ki, sorgulandığı ve hatta itham edildiği süreçten bir zaferle çıkmakta olduğuna yönelik işaretler veriyor. Bilimsel bilginin, gündelik toplumsal yaşamda gittikçe daha fazla yerleşik hale geleceğini öngörmek zor değildir. Korona salgınının bu duruma açıklık kazandıracak en önemli sonuçlardan birisi, aşı karşıtlığının sönümlenmiş olmasıdır. Artık aşı karşıtı grupların bir kere daha ortaya çıkıp çok güçlü biçimde tartışma yapabileceklerini kaç kişi iddia edebilir? Diyelim ki, bir grup çıkıp yine o tartışmayı yapsa, bu defa artık arkasında kendisini destekleyen kalabalık grupları bulamayacaktır. Bilimin doğayı nesneleştirici, dışsallaştırıcı tutuma sahip olduğu ve bu nedenle doğa üzerinde kontrol sağlamanın, doğaya zarar vermenin aygıtına dönüştüğü varsayımı önemli ölçüde zayıflamış durumdadır.
Bilimcinin sorumluluğu
Son olarak, gündelik toplumsal yaşamda bilimin gittikçe daha merkezi bir konuma yükseldiği bu süreçte, bilimcilerin sorumluluğunun hatırlatılmasına ihtiyaç duyuyoruz. Bilimci, kendisinin “dünya meselelerinden” uzak bir etkinlikte bulunduğunu, bu etkinliğin – bilimsel çalışma yapmanın – kendisine ait kurallara dayanarak işlediğini düşünmekte haklı olabilir. Neticede, nedenler ve sonuçlar arasındaki ilişkiyi keşfeden, evrenin işleyiş yasalarına ulaşmak gibi ulvi hedef peşinde koşan, insan yaşamının problemlerini çözen bilimci neden kendisinin bazı olumsuzluklarda bir dahlinin olduğunu düşünsün ki? Örneğin, ürettiği bilginin teknolojik yenilik yaratmasının sonucunda oluşan hava kirliliğinden bilimciyi sorumlu tutmak kimin haddinedir? Mesele bu kadar basit olmayabilir, özellikle bugün! Bilimcinin kendi eyleminin doğrudan veya dolaylı sonuçları üzerinde düşünmeye en çok ihtiyaç duyduğu, açıkçası bazılarının insanın “tanrılaşması” dediği bir süreci yaşıyoruz. Dolayısıyla, bilimcinin de sorumluluğu bulunmaktadır ve bu sorumluluğu taşıması insanın muhteşem hikayesinin bugünkü aşamasında çok ciddi bir önem taşımaktadır. Kısacası, bilimci muhakkak gerçeği ortaya çıkarmakla ilgili bir eyleyendir ama aynı zamanda gerçek her zaman “eleştiriden” muaf olmaz. Dolayısıyla, gerçekliği ortaya koyarken eleştirel bakışı da yerleşik kılması taşıyacağı ana sorumluluktur.
Bilimcinin sorumluluğu olarak eleştirel anlamda gerçekliği görmek, esasında, bir sapmanın üstesinden gelmede insanlık için temel rolü oynama potansiyeline sahiptir. Doğanın dönüştürülmesi hatta sosyalleştirilmesi müşterek olarak insanlığın lehine uygarlık yaratması anlamında kuşku yok ki devasa ilerlemedir. Ancak, müşterek anlamda insanlığa iyiyi sunarken, bazı insan gruplarının kısa ve basit yoldan servet edinmesinin veya güç / otorite sahibi olmasının yolu olarak doğanın araçsallaştırılması, insanın muhteşem hikâyesindeki büyük sapmalar içinde merkezi bir konuma sahiptir. Bu sapmanın düzeltilmesi, bilimcinin sorumluluğu olarak eleştirel anlamda gerçekliği görmesini gerektiriyor. Bu görme, bilim karşıtı savaşların bilimi ithamından çok farklı ve çok başka bir olguya işaret eder. Nasıl ki bilim, bizim doğa karşısında zafer kazanmamızda ve böylece ileri düzeyde uygarlık inşa etmemizde merkezi bir rol oynadıysa, şimdi de doğa ile olan ilişkimizi yeniden yapılandırmamızda yine merkezi rol oynama potansiyeline ve kapasitesine sahiptir. Sosyalleşmiş doğa, uygarlığın inşasının gerektirdiği bir paha olmuştur ama bugün insanın yendiği doğaya kendi düşmanı olarak bakma şansı kalmamıştır. Yeni bir ilerleme perspektifi, insan-doğa ilişkisini gözden geçirirken, bilimcinin sorumluluğu olarak eleştirel anlamda gerçekliği görmesi son derece merkezi bir rol oynayacaktır. Bu hususa, yani bilimcinin sorumluluğu hususuna gelecek yazıda devam edeceğiz.
KAYNAKÇA
Giddens, Anthony (1991) The Consequences of Modernity, Cambridge: Polity Press.
Heidegger, Martin (1977) The Question Concerning Technology and Other Essays, New York: Harper ve Row.
Horkheimer, Max (2016) Akıl Tutulması, İstanbul: Metis (üçüncü baskı).
Lash, Scott (2018) “Science, Social Science and Modernity”, III. Uluslararası Felsefe, Eğitim, Sanat ve Bilim Tarihi Sempozyumu açılış konuşması, Giresun: Giresun Üniversitesi.
Wagner, Peter (2013) Deneyim ve Yorum Olarak Modernlik: Modernliğin Yeni Sosyolojisi, Ankara: Pegem Akademi.