Yaklaşık 20 kişilik bir grupla Balkan ülkeleri turundayız. Üsküp’te gezerken yanımda yürüyen arkadaşa mahsus takılmak için eski bir tamlama cümlesiyle espri mahiyetinde soruyorum: “Seyahat-i memalik-i atika-i Osmani” ne demek diye. Seyahat kısmını anlıyor, Osmanlı da çat pat tamam, gerisinin izahı için yüzüme bakıyor. “Tam da şu anda bizim yaptığımız şey” diyorum cevaben. “Eski Osmanlı memleketlerine seyahat” ve ekliyorum “Dedelerimizin o engin Balkan topraklarını bıraktık, tıpkı dilini bıraktığımız gibi”. Gruptaki genç çocuklar “Aaa, her yerde Türkçe tabelalar var, insanlar ne kadar güzel Türkçe konuşuyorlar” diye hayret ede dursunlar, 7 günde 7 memleket, 17 şehir gezdiğimiz bu Balkan turunda ben onlara, “Eğer atalarınızın ne yaptıklarını, nerelere kadar gelip oralarda ne izler bıraktıklarını, dahası buraların çok yakın denecek bir zamanda Türk toprakları olduğunu öğrenip hafızanıza kaydederseniz, bu tur amacına ulaşmıştır” diyorum.
Yedi günde 7 ülke: Makedonya, Arnavutluk, Karadağ, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Sırbistan, Kosova ve 17 irili ufaklı kasaba ve şehir: Üsküp, Kalkandelen, Ohri, St. Naum, Resne, Manastır, Tiran, Bar, Budva, Kotor, Dubrovnik, Poçitel, Mostar, Saraybosna, Belgrad, Prizren ve Priştina. Çok ülkeler gezdim, çok yerler gördüm ama bugüne kadar böylesi bir duygu yoğunluğu yaşadığım gezi olmamıştı. Örneğin, Saraybosna’da Baş Çarşı’yı gezerken birden kendinizi Eminönü veya Mısır Çarşısı’nda hissediyorsunuz. Çarşıdaki Gazi Hüsrev Bey Camii, Kurşunlu Medresesi insanı yaşadığı o andan çekip alıyor, adeta bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Mostar ise o zarif, endamlı köprüsü ile meşhur. Mimar Sinan’ın talebesi Mimar Hayreddin’in eseri olan köprü, inşa edildiği 1557 yılından beri dimdik ayaktayken, hepinizin bildiği gibi 1992 yılında Hırvat topçusu tarafından özellikle hedef alınarak yıkıldı -barbarlık, vandalizm, her ne derseniz deyin, hafif kalıyor-. Bir mimari şaheser olan köprü, daha sonra Türk Devletinin katkılarıyla aslına uygun olarak yeniden yapıldı. Köprünün yıkılan taşları tek tek bulunup işaretlenerek yeniden kullanılmış. Neredva nehrinin üzerinde bir kuğu gibi ince, nefes kesecek kadar güzel. Köprü deyip geçmeyin, Türklerin Balkanlara vurduğu en silinmez sembollerden birisidir o, orada durdukça izlerimiz ortadan kaldırılmaya çalışılsa da ilelebet bizi hatırlatacak ve serhat boylarında bizden nağmeler söylemeye devam edecektir. Tıpkı bir başka serhat boyu olan Edirne’deki Selimiye Camii gibi. Balkan Savaşı’nda daha sonra kurtarılsa da, Edirne şehri bir müddet Bulgar işgali altına girmişti. İşte o sırada şehri gezen Bulgar veliaht prensinin Selimiye’yi gördükten sonra şöyle dediğini yazar tarihçiler: “Türkleri ve Türklere ait ne varsa hepsini ebediyen bu şehirden silip atmak kolay, fakat şu koca Selimiye’yi ne yapacağız?”
Prizren’deyiz. Sinan Paşa Camii o sakin, mütevazı atmosferiyle her din, dil ve ırktan insana huzur veriyor. Ara sokaklarında grupla gezerken rehberimiz Prizrenli bir Türk’e adres sormuştu, tarifi aldıktan sonra ben mahsus biraz geride kalıp adamla sohbet ettim. Aslen Prizrenli olan Fenerbahçe’nin efsanevi başkanı Ali Şen’i soruyorum, “tanıyor musun” diye. “Nasıl” diye soru tarzında cevap veriyor. İlk anda anlamayıp tekrar soruyorum, yine aynı cevap. Sonra anlıyorum ki, Rumeli şivesi “nasıl”, “hem de nasıl” manasına geliyormuş. “Her zaman buralara gelir, hem de nasıl, iyi tanırım” diyor.
Denizi andıran, aynı isimli büyük bir gölün kıyısına kurulmuş Ohri şehri ise, bir yanda mavilikler, diğer yanda boylu boyunca uzanan yeşilliklerle tam bir sayfiye ve dinlenme yeri olmuş. İmparatorluğun her milletten, her dinden insanları bir arada huzur içinde yaşattığı o eski masalsı zamanlarından kalma bir sakinlik içerisinde. İttihat ve Terakki’nin kurucularından Ohrili Eyüp Sabri Bey’i düşünüyorum. Doğduğu bu güzel topraklara ebediyen veda edişinin iç muhasebesini yapmış mıdır acaba, bilemiyorum.
Üsküp’e geçiyoruz; o mahzun, gururlu Üsküp’e. Şimdilerde nerede bir eski Türk eseri varsa önüne, sağına, soluna Makedonlarca çoğu da Büyük İskender’i simgeleyen binalar, heykeller dikilerek bizim izlerimizin adeta silinmeye çalışıldığı Üsküp. Her saat farklı melodi çalan, bir zamanlar şehrin her tarafından görülebildiği söylenen, fakat bir oldubittiye getirilip saati çalınan saat kulesi, İsa Bey Camii, Murat Paşa Camii, Davut Paşa Hamamı, Taşköprü ve surlarının içinde birkaç sene önce bir kilise inşası gayreti ve neticesinde sonu şehirdeki Türkler ve Arnavutlarla kavgaya vararak Makedon hükümetinin yapmaktan vazgeçtiği kalesi. Yahya Kemal, memleketi olan Üsküp için bir şiirinde:
Üsküp ki Yıldırım Beyazıt Han diyarıdır
Evlad-ı Fatiha’na onun yadigârıdır
Üsküp ki Şar Dağında devamıydı Bursa’nın
Bir lale bahçesiydi dökülmüş temiz kanın
Kalbimde bir hayali kalıp kaybolan şehir
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene
Biz sende olmasak bile sen bizdesin gene
diyerek aslında söylenebilecek sözü söylemiştir.
Ya Belgrad? Türkülerde “Dilber” diye nitelendirilen o güzel, yemyeşil Belgrad. Şehrin en yüksek yerine kurulu kalede sırtınızı Damat Ali Paşa türbesine verip Sava ve Tuna nehirlerinin birleştiği yerde şehrin eşsiz manzarasına dalıp gidiyorsunuz. Şehir merkezinde rehberimiz savaş sırasında NATO bombardımanı ile tahrip edilmiş binaları gösteriyor, gelecek nesillere ibret olsun der gibi muhafaza etmişler. Tam bir Avrupa şehri olan Belgrad’ın estetik havası ile tezat içerisinde. İtiraf etmek gerekirse, Sırbistan’a giderken tereddüt içerisindeydim, bize karşı önyargıları olabilir diye. Fakat gerek anlatılanlar, gerekse gördüklerim öyle olmadığı yönünde; Belgrad’da bize katılan yerel Sırp rehber Türkleri çok sevdiklerini, kendilerinin esas problemlerinin Arnavutlarla olduğunu ifade etmişti. Hatta Belgrad kalesini gezerken Türk rehber, asırlar önce önde gelen bir Sırp din adamını kale önünde öldürtmüş olduğundan dolayı Sırpların tarihte sevmedikleri tek Osmanlı devlet adamının Sinan Paşa olduğunu söyleyince, Sırp rehber itiraz ederek Sinan Paşa’nın Türk değil, devşirme bir Arnavut olduğunu ve halkın Türklere olan sevgisinin halen devam ettiğini söylemişti. Belgrad’daki Türk Büyükelçisi ile Sırp Başbakanının ikametgâhları birbirine komşu, rehberin anlattığına göre her gün beraber kahve içiyorlarmış.
Gördüğüm kadarıyla bu topraklarda bizden kalan eserleri en iyi koruyup kollayanlar Sırplar olmuş, yine buralarda iyi kötü devlet nizamı kurup kanun kural çerçevesinde yaşayanlar da Sırplar. Fakat kabul etmek lazım ki Balkanlar zor bir coğrafya; tarihte de öyleydi, günümüzde de ve yine her an patlamaya hazır gibi duruyor. Boşnakların 90’lı yıllarda Sırp kuşatması altında yaşadıklarını, Tuzla’da, Srebrenitsa’da, Saraybosna’da yapılanları unutması mümkün mü? Saraybosna’da gezerken duvarları mermi ve bombalarla delik deşik olmuş binalar sürekli gözünüzün önünde. Kuşatma sırasında inşa ettikleri, Saraybosna’ya yardım ulaşmasını temin eden, adeta bir nefes borusu gibi yaptıkları “Yaşam Tüneli” şu an müze haline getirilmiş durumda. Kosova’da müthiş bir Amerikan hayranlığı ve sempatisi mevcut. Hırvatlar ise sırtlarını Almanlara dayamış. Sırpların ise geleneksel müttefik ve hamileri Ruslar. Yine de baştan başa bu coğrafyada her yerde var olan tek ülke Türkiye. Öyle ki, Kosova ve Makedonya’da ticari hayat hemen hemen tamamıyla Türklerin elinde. Ayrıca buralarda her ülkenin televizyon kanallarında birer Türk dizisi oynuyor, söylediklerine göre halkın bu dizilere ilgisi en üst düzeyde imiş.
Gelelim Kosova’ya. Nasıl ki Üsküp Yıldırım Beyazıt ile özdeşleşmiş ise Kosova da Sultan I. Murad Han ile beraber anılır. 1389 yılında, Anadolu’da bugün bizim olan çoğu yer henüz başkalarının iken ordusunun başında Kosova sahrasında devleti ve milleti için bir ölüm-kalım savaşına giren, Sırpları ezici bir yenilgiye uğratarak Türklere Avrupa’nın yolunu açan o büyük hükümdar, meydan muharebesinin hemen peşine suikasta uğrayarak şehit edilmiştir. İç organları oraya gömülen Sultan Murad-ı Hüdavendigar Han’ın, devletin o var olup olmama savaşı hakkında şöyle dediği rivayet edilir: “Allah’ım, beni ve milletimi bir daha böyle ağır bir imtihanla sınama”. Milleti için dediğini bilemem ama şehadeti ile birlikte kendisi için yaptığı dua kabul olmuşa benzer. Kosova, gözünüzün alabildiği dümdüz bir ova. Oralardan geçerken, yanımdakinin “acaba savaş bu ovanın neresinde yapıldı” şeklindeki sorusuna “gümbür gümbür çalan mehteri ve nal seslerini duymuyor musun?” diye cevap veriyorum.
Bütün bunlar ve daha fazlasını kitaplardan okuyup, görebilir veya gidip oraları gezebilirsiniz. Ama o topraklarda 500 yıl hüküm sürdüğümüzü, şimdilerde çoğu yıkılsa da Anadolu’dan daha çok oralarda eserler bıraktığımızı, yüz binlerce isimsiz kahramanın o topraklarda yattığını, bu milletin yüzyıllardır vatan bellediği o memleketlerden çekilirken yaşadığı trajediyi bileceksiniz, bilmiyorsanız öğrenecek ve oralarda öyle gezeceksiniz. “Hürriyet, hürriyet!” diye dağa çıkan Resneli Niyazi, Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Nazım ve Talat Beylerin yerli Bulgar, Rum ve Sırp çetecilere “daha ne duruyorsunuz, ayaklanın” diye akıl verip onlara silah ve mühimmat temin ederek tarihte eşi az görülen gafillik ve ahmaklığa imza attıklarını, yine bu milletin Balkan ve I. Dünya Savaşı gibi tarihinin en büyük felaketlerine sürüklendiğini, neredeyse Anadolu’nun da elimizden gidecek olduğunu bileceksiniz. Ve yine bu milletin, vatan dara düşünce evlatlarını seve seve imparatorluğun yedi bucak köşesine gönderdiğini bileceksiniz.
Bir kitapta okumuş ve hüzünlenmiştim. I. Dünya Savaşı’nda, bugünkü Polonya’nın güneydoğusuna düşen “Galiçya” diye anılan topraklara, Alman ve Avusturya ordusuna yardım için Ruslarla harbe gönderilen Anadolulu saf ve temiz, gariban Mehmetçik, memleket hudutları dâhilinde bir yere savaşmaya gittiğini zannederek giderken sormuş: “Kumandanım, Galiçya ne yana düşer?”. Ezcümle, iki kısa soru soracağım: Topluca adına Rumeli dediğimiz o topraklara atalarımız niçin gitti ve o topraklardan niçin çekildi? Evet, sadece bu iki sorunun cevabını öğrenirsek, hepimiz tarihten gerekli dersi almışız demektir. Tıpkı gezi grubumuzdaki Trabzon, Çaykaralı bir arkadaşın Osmanlı’nın Rumeli’yi kaybı konusunda anlattığı anekdot gibi. Efendim, kendisi Çaykara’da lisede okurken tarih hocaları bir gün derste, geçmişte yaşadıklarımızı talebelere şöyle izah etmiş: “Uşaklar” demiş, “Osmanlı Karlofça antlaşmasından beri öyle toprak kaybetti, öyle toprak kaybetti ki, son zamanlarda ölüleri tikine gömeydiler”. İşte böyle, bir gün gerçekten ölülerimizi dikine gömmek istemiyorsak yaşadıklarımızın iyi bir muhasebesini yapıp gerekli dersleri çıkarmak zorundayız. Yoksa faturasını ağır öderiz, tıpkı geçmişte olduğu gibi.
Saygılarımla.
1 yorum
eline kalemine sağlık , sanki seninle balkanları gezmiş gibi oldum, o duyguları yaşadım, tarihi malumat da cabası oldu, ben de 2016 temmuzunda srebrenitsa soykırımı yıldönümünde 4 günlük bir bosna hersek turu yapmıştım, kendimi yaşadığımız topraklarda gibi hissetmiştim, sanki zaman durmuş coğrafya değişmemişti, o yeşil ormanlar ve gürül gürül akan nehirleri görünce, atalarımızın, dedelerimizin neden oralarda olduğunu ve olması gerektiğini anladım, balkanlar bizim dünyamızın, tarihimizin, kültürümüzün, gönlümüzün bir parçasıdır, etle tırnak gibi