Kendi kendime güya söz vermiştim; bundan sonra tıbbi genetik sorunlarına ilişkin yazı yazmayacaktım. Olmadı, yapamadım; bu konu hakkında şimdi de bir başka sorunun gündeme gelmesiyle yine kendimi bu haftaki yazıma konu eder buldum.
Hâlbuki bu hafta homoseksüalite genleri konusunda bir yazı yazmaya hazırlanmıştım. Artık onu bir başka sefere yazma durumunda kalıyorum. Çünkü tıbbi genetik söz konusu olduğu zaman hep “durumdan vazife çıkarma” gibi bir işgüzarlık hevesine kapılıyorum. Kolay değil, 1968 yılından bu yana, yani yaklaşık yarım asırlık bir süredir hep bu sorunlarla haşır neşir olmak durumunda kaldım. Önce kürsü kuruluşu, arkasından tıbbi genetik ihtisası, doçentlik bilim dalı oluşu, asistan alımı, uzmanlık verilmesi, kürsülerin kapatılıp bilim dalı hâline getirilmesi, ders programları, yüksek lisans ve doktora programlarının kabul edilmesi, yeniden ana bilim dalı hâline gelinmesi, Genetik Hastalıklar Tanı Merkezleri Yönetmeliği’nin hazırlanması ve kimlerin sorumlu olacağı, tıbbi genetiğin diğer bazı bilim dalları tarafından istilaya tabi tutulması vesaire ile hep kendimi mücadele içerisinde buldum. Onun için de böyle durumdan vazife çıkarıyorum.
Tıbbi genetik ana bilim dallarının kurulması sürecinde, Tıbbi Genetik Derneği başkanı sıfatıyla ben ve birkaç arkadaşım, Yükseköğretim Kurulu (YÖK)’nun o zamanki ilgili komisyonu ile defalarca görüşerek ana bilim dalı olmanın gerekçelerini anlatmaya çalışırken aramızda bir konu hariç konsensüs oluşmuştu. Tereddütlü olan o konu da mevcut tıbbi biyoloji ana bilim dallarında görevli öğretim elemanlarının dağılımının nasıl olacağı idi. O toplantılara katılan arkadaşlar çok iyi hatırlayacaklardır; sonuç olarak, mevcut personelden kim kendisini nereye ait hissediyorsa o orada görevlendirilsin ve böylece de sorun çözülsün noktasında karar alınmıştı. Fakat daha sonra ana bilim dallarının kurulması aşamasında bazı üniversitelerde gereksiz davranışlar ve uygulamalar ortaya çıkmış, bunun sonucu olarak da hiç istenmeyen gelişmeler kendini göstermiştir. Şunu da açık yüreklilikle itiraf etmeliyim ki; bir taraftan bizler yapmaya uğraşırken bir taraftan da içimizden/dışımızdan yıkmaya çalışan pek çok kişi olmuştur.
Şimdi de bu yazıyı yazmama neden olan yeni gelişmeler hakkında kısaca bilgi verip fikirlerimi açıklayacağım. YÖK tarafından tıbbi genetik ana bilim dalları kurulurken tıbbi biyoloji ana bilim dalları altında kurulmuş olan tıbbi genetik, sitogenetik, moleküler genetik gibi bilim dallarının yeni kurulan tıbbi genetik ana bilim dallarına bağlanmasına karar verilmiş. Bu durumdan şikâyetçi olan bir öğretim üyesi Danıştaya dava açmış ve Yüksek Mahkeme de bu kararın bozulmasına karar vermiş. Bunun üzerine YÖK yeni bir karar vererek, tıbbi genetik ana bilim dallarının kurulmasından önce mevcut olan durumun devamını sağlamış. Fakat bazı üniversiteler bu durumu kurulmuş olan tıbbi genetik ana bilim dallarının kapatılması gerektiği şeklinde algılamış, kimileri de hiç açmamış. Daha sonraki aşamada Tıbbi Genetik Derneği tarafından YÖK’e durumu izah eden iki başvuru yapılmış, fakat son başvuru sanıyorum biraz acele olarak kaleme alınmış ve YÖK’ün verdiği cevap da komşuya şenlik cinsinden olmuş. Yani, muzu hangi niyetle yersen ona koktuğu gibi maalesef verilen cevap da muz gibi olmuş. Sonuç olarak, her işe karışan YÖK bir anlamda topu üniversitelere atmış, sıkıntıyı çekmek de yine tıbbi genetik mensuplarına kalmıştır.
Eskiden olduğu gibi tıbbi genetik bilim dalının faziletlerinden sözetmeyeceğim, zira bu bilim dalının ne olup ne olmadığını artık “sağır sultan” bile duydu. Fakat mevcut sorunlarla ilgili olarak bazı şeyler söyleyeceğim. Söyleyeceklerimden birincisi, bu bilim dalını hem YÖK hem üniversiteler hem de Sağlık Bakanlığı artık rahat bıraksın. İkincisi, üniversitelerde her türlü bilimsel çalışma yapılabilir ve yapılmalıdır da, fakat diyagnostik ya da tedavi edici bir işlem yapılacaksa o zaman yetki ve sorumluluk da beraberinde olmalıdır. Üçüncüsü, tıbbi genetik bilim dallarında her türlü eleman istihdam edilebilir, fakat herkesin yetki ve sorumlulukları farklıdır. Dolayısıyla herkes bu yetki ve sorumluluğun dışına taşmamalıdır, zaten de taşamaz. Dördüncüsü ve sonuncusu da altı ay kadar önce bu köşede yazdığım hususu tekrarlayarak sorunun kökünden çözülmesi gereğinin altını önemle bir kere daha çizmek istiyorum. Konu Sağlık Bakanlığındaki bir toplantı üzerine gündeme getirilmişti:
“Sözü edilen toplantıdaki diğer temsilcilerin ortaya sürdükleri ehliyetsiz uzmanlık yapma heveslerinin bilgisizlikten değil ortamdaki kaostan yararlanma isteğinden kaynaklandığını sanıyorum. O dernek temsilcilerinin şunu ya da bunu istemeleri bir anlamda yadırganmayabilir, fakat Sağlık Bakanlığının konuya duyarsız kalması kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Bu davranışlar sanki Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerini hatırlatıyor; önce isyanlarla yeni ülkeler kuruluyor, sonra da herkes bir parça toprak ya da imtiyaz koparma peşine düşüyor. O zaman bu ülke sahipsiz değildi, şimdi de değil. Herkes haddini bilsin ve oturduğu yerde otursun. Aksi olursa Sağlık Bakanlığı tüm uzmanlıkların birbiri içine girdiğini görecek ve o zaman işin içinden hiç çıkamayacaktır. Sağlık Bakanlığı iyi bir iş yapmak istiyorsa “board” ya da “yeterlik” uygulamasını acilen getirsin ve sorunu çözsün. Kim hangi yeterliği aldıysa onu uygulasın. On tane yeterlik aldıysa on dalda analiz de yapsın, rapor da imzalasın.”
Yine ısrar ediyorum; şu “board”ya da “yeterlik” sistemi Türkiye’ye getirilsin ve sorun da çözülsün. Umarım bir daha “durumdan vazife çıkarma” ile karşı karşıya kalınmaz ve bu bilim dalının da sorunları son bulur!
Yeni bir konuda yeniden buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.