Birkaç zaman önce Sayın Cumhurbaşkanımız “yardımcı doçentlik” kavramını tartışmaya açtı. Bir anda daha önce hiç duyulmamış gibi akademik camiada yardımcı doçentlik kadrosu ve ünvanı ile ilgili yorumlar yapılmaya başlandı. “Yardımcı doçentlik diye biye bir kadro mu var?” diyen üniversite profesörlerine bile rastlanır oldu. Bir kısım hocalarımız ise, konunun özünü, kavramın Amerika’daki karşılığını söylemekle buldu: Yardımcı doçentlik eşittir “assistant professor”, doçentlik eşittir “associate professor”. Yani “profesöre yardımcı olan akademisyen” görevlendirmesi yaparak işin içinden çıkmaya çalıştı. Aslında dikkat etmedikleri nokta “üreten” profesöre yardımcılık konusunda üretilmiş olan bu kavramları, yalnızca “kelime” olarak almaları, kavramın içini doldurmamaları oldu.
Tam da “yardımcılık” konusu gündemde köpürürken, “doçentlik sınavı ve ünvanı” konusu tartışmaya açıldı. Bu konuda Sayın YÖK Başkanımız Prof. Dr. M. A. Yekta SARAÇ üniversitelerimize bir yazı gönderdi ve “sahadan” bu konuyla ilgili düşünceleri istedi. Hem Sayın Cumhurbaşkanımız hem de Sayın YÖK Başkanımızın bu konuya olan hassasiyeti çok önemli bir gelişme çünkü içinde yaşadığımız ve yaşayacağımız çağ “üretim” ve “katma değer” çağı. Birçok profesör, doçent ve yardımcı doçentimiz var ama üretim, patent, buluş, innovasyon konusunda mevcut kadro sayımızla orantılı olmayan bir eksiklik içerisindeyiz.
Gelin bu konuyu biraz daha açalım:
Mevcut durumda doçentlik sınavı, eser incelemesi ve sözlü sınav olmak üzere iki aşamalı uygulanmakta. İnceleyecek ve karar verecek beş kişilik profesörler jürisi, Üniversitelerarası Kurul tarafından oluşturulmakta, önce doçent adayının eser incelemesi yapılmakta eğer başarılı olursa sözlü sınava davet edilmekte, oradan da başarı ile geçerse aday “doçentlik ünvanı” almaya hak kazanmakta. Artık aday Doçent olarak unvan taşımakta ama kadrosu hala aday statüsünde olabilmekte. Bu durumda ilgili Yükseköğretim Kurulunca mevcut bulunan kadro varsa ve aday o kriterleri taşıyorsa, doçent kadrosuna atanmakta. Yani her doçent ünvanı bulunan, kadro sahibi olamamakta.
Tartışmaya açılan konuları ve cevabımızı inceleyelim:
En çok gündemde olan konu, doçentliğe başvuru şartları. Acaba değiştirilmeli mi?
Mevcut duruma kısaca bakarsak, adayın, YÖK tarafından belirlenen, yurtiçi ve/veya yurtdışı indekslerde bulunan dergilerde makalesi olması ve yayınlar üzerinden belirli bir puan tutturması gerekmekte. Bu nedenle adaylar, dosya(lar) dolusu makale yazmakta. Bu makalelerden bazılarında birinci isim, bazılarında da diğer sıralarda bulunmakta.
Amaç daha çok yayın, daha birinci isim. Halbuki “en birinci isimli” çalışma adayın yaptığı uzmanlık/doktora tezi iken yine aynı YÖK tarafından ortaya konan ve revize edilen kararlarla uzmanlık/doktora sonrası yapılan çalışma/yayınların “tez’den üretilmemiş olma şartı” aranmakta. Bu nedenle doçent adayı, uzmanlık/doktora eğitiminin son yıllarını verdiği ve hayatında belki de ilk kez bilimsel hipoteze bağlı yaptığı çalışmayı rafa kaldırıp sanki “dikkat, radyasyonlu madde” edasıyla dönüp tekrar yüzüne bakmamakta. Profesörlerin, üniversitelerin ve YÖK’ün odaları onlarca tezlerle dolup taşmakta.
Doçent adayının eser incelemesi için verdiği dosya(lar) içerisinde onlarca makale bulunmakta ama makalelerin birbirleriyle bağlantısı bulunmamakta. Yani bir insanoğlu çıkıp da “bu doçent adayı hangi konuda otör “ diye sorsa cevap bulunamamakta. Zaten uluslararası bilimsel arenada mevcut doçent ve profesörlerimize “davetli derleme (invited review)” veya “davetli yorum (invited commentary)” gelmemesi (birkaç akademisyenimiz hariç), uluslararası bilimsel yayıncılığın da akademisyenlerimizi bir konuda “otör” olarak görmediğini kanıtlamakta.
Yani dosyalar dolusu makale ve çalışmalarla alınan doçentlik ünvanı, akademisyenlerimizi “otör” olarak değerlendirilmesine yetmemekte.
Biraz eskiden, yurtdışı bilimsel dergilerde Türkiye’den gelen makale sayısı çok azken, şu anda bekleneninde üzerinde yayın bulunmakta. Etkili bir sayı artışı mı peki?
Hayır, çünkü yapılan makalelere atıf çok az. Elin yabancısı niye o makaleye atıf yapsın ki? Makaleyi yazan yazar bile makalesini geliştirip kendi makalesine atıf yapmıyor ki. Makale yazılmış ve sanki bilim o konu için o yazar tarafından tamamlanmış gibi. Çünkü adayın dosyasında makalelerin birbirleriyle ilişkisi yok, çünkü makalelerin tezle ilişkisi yok.
Yani bir makale yığını var, ama bir etki yok, bir ürün yok. Bir bilimsel süreklilik yok. Bir bilimsel “dert” yok.
Soruya cevap verelim:
Evet, doçentliğe başvuru şartları değiştirilmeli.
Adayın başvuru için asgari şartları değiştirilmeli.
Asgari şartlardaki tüm yayınları “tezden türetilmiş” olmalı. Adayın “tez hipotezi” aslında o bilim insanının bilimsel üretiminin “ilk fikri” olmalı. Yol haritasını çiziyorum:
Asistanlığa başlandı: İlk yıllar kendi bilim dalı ile ilgili eğitim öğretim
Asistanlığın son yılları: İlk “bilimsel dert” yani ilk hipotez ve tez çalışması
Uzmanlık/doktora sonrası: Tez çalışmasıyla ilgili hipotezin daha spesifik çalışmaları, daha özele yönelik hipotezler ve sonuçlarını içeren makaleler; bu çalışmaları yapabilmek için alınan projeler; otör olma durumu, patent/faydalı model/tasarım… başvurusu, sanayi işbirliği ile ürüne dönüştürme ve pazarlama süreci…
Aday uzmanlık sonrası bu sürece girdiği zaman, ister 3 makalesi olsun, ister bu makalelerin bazıları yurtiçinde Türkçe yayınlansın.. ilgili üniversitenin eser incelemesi ile doçentlik kadrosuna atanmalıdır. Yani doçentliği belirleyen sonuç değil süreç olmalıdır.
İlgili üniversite, aldığı doçentin sorumluluğunu da taşıdığı için ve artık üniversiteler birbirleriyle yarışacağı için, kadrosundaki doçenti her yıl değerlendirir. İlk yıl yeni doçent, bu süreçten saparsa uyarılır, ikinci yıl da süreçte bekleneni veremez ise kadro boşa çıkarılır.
Doçentlik bir süreç olmalı, bir sonuç olmamalıdır. Şu ana kadar hem sistem de adaylar doçentliği bir sonuç olarak gördükleri için, aday doçent olduktan sonra bilimsel üretime katkıyı kesmektedir. Bu da kaynak israfı ve gereksiz kadro işgaline yol açmaktadır.
Doçentlik üniversitelerce mi verilmelidir, akademi dışından da olur mu?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi doçentlik yalnızca o üniversiteye ait olan kadro olmalıdır. A üniversitesinde doçentliği alan, B üniversitesine geçmek istiyorsa, B üniversitesi tekrar doçentlik kadrosu için eser ve süreç incelemesi yapmalıdır. A üniversitesinde doçent olan, ayrılıp özel çalışmak istiyorsa, doçentlik titri alınmalı ve kalan titrini tabelasına asmalıdır. Ayrıca Profesörlük de doçentlik gibi üniversite dışına alıp götürülecek bir ünvan olmamalıdır. Şu anda “taşınabilir bir ünvan” olduğu için, birçok doçent sırf profesör olabilmek için daha ilk günden geri dönmeyi planladığı perifer üniversitelere gidip, 2 veya 4 yıl sonra muvafakat istiyor. Yani o yıllar boyunca kadro aldığı üniversiteyi bir anlamda kullanıyor. Sonra ayırıyor ve üniversite rektörleri de yönetimi de zor durumda kalıyor.
Doçentlikte sözlü sınava gerek var mı?
Bu durumda sözlü sınav yapılmasına gerek yok. Sözlü sınav zaten formalite haline dönüştü, ilk girişte verilmeyip ikinci girişte verilen bir “uzmanlık” sınavına döndü. Yapılan torpiller, etik ihlaller, küskünlükler, yıllarca süren husumetler de cabası.
Yazının başlığı şu anki mevcut “büyük” akademisyenlerinize “küçük” gelebilir. “Yahu koskoca doçent yalnızca bir ürün mü üretir, bu çok az” diyebilirler, aslında dediler. Halbuki şu anda birçok doçentimiz ve adayımız var ama ortada “bir ürün” bile yok. Yani her doçent adayı en az bir ürün üretme sürecine girse önümüzdeki yıllarda ne demek istediğimiz tam olarak anlaşılır.
Doçentlik sistemi değişsin ama önce mantığı…