Bir hac mevsimiydi. On binlerce hacı, derin bir ibadet heyecanıyla mübarek Kâbe’nin etrafında dönüp duruyor, gözyaşlarıyla tavaf ediyorlardı. Bu hacıların arasında Libyalı Malik ile Mısırlı Rukiye Hanım da vardı. Rukiye Hanım, doğrusunu söylemek gerekirse, çok güzel ve çok dindar bir kadındı. O mübarek toprakta olmalarına ve büyük bir ibadet heyecanı duymalarına rağmen, Rukiye Hanım’ı görür görmez Malik’in eli ayağı birbirine dolaştı. Kâbe’nin etrafında ve Rukiye Hanım’ın arkasında tavaf ederken, elini bu dindar kadının sırtına koyarak, “Allah’ım! Bu kadın evli mi, bekâr mı bilmiyorum, ama güzelliğine meftun oldum. Halimi biliyorsun ben de bekârım. Ne olur, onu bana nasip et! Bu güzel kadın benim eşim olsun” diye dua etti.
Rukiye Hanım ise, dilinde dualar, tekbirlerle Allah’ın huzurunda bulunmanın bahtiyarlığını yaşarken, yabancı bir erkeğin elini sırtında hissedince, ani bir öfkeye kapıldı ve “Hey Allah’tan korkmaz. Elini harama vurdun. Dilerim elin kesilsin” diye beddua etti.
Hac mevsimi bitti. Hacılar memleketlerine döndü. Tabi Malik de Libya’ya döndü. Bir gün, Malik kalktı hamama gitti. Her Müslüman gibi o da temizliği çok severdi. Ne yazık ki, o gün hamamda bir de hırsız vardı. Bir ara ortalığı tenha bulan hırsız, gözüne kestirdiği birinin elbisesinden yüz altın çaldı. Ama belki yakalanırım diyerek altınları kendi cebine değil de, çok saf gördüğü Malik’in cebine koydu. “Buradan kazasız belasız çıkarsak, bu adamın cebinden altınları rahatça alırım” diye düşünüyordu.
Ne var ki, evdeki hesap pazara uymadı. Altınların sahibi yıkanıp geldi. Elbisesini giyinip de kesesine el attığı zaman, paralarını yerinde bulamayınca, “paramı çalmışlar!” diye bağırmaya başladı. Hemen kapılarını kapattılar. Hamamda bulunanların ceplerini aramaya başladılar. Yüz altın zavallı Malik’in cebinden çıkınca, onu yakalayıp hâkimin karşısına diktiler. Biçare Malik, her ne kadar, “Bu altınları ben çalmadım. Biri benim cebime koymuş” diye ağlayıp sızlasa da, ona kulak vermediler. Üstelik “Sakalından da mı utanmıyorsun? Ayıp, günah değil mi?” diye hakaretler ederek, hâkimin verdiği el kesme cezasını uyguladılar. Sonra da yarasını sarıp sarmalayıp serbest bıraktılar.
Malik, her dindar/dürüst insan gibi namus ve haysiyetine çok düşkündü. Bu olay onu çok sarstı. Kendine hırsız gözüyle bakılmasına dayanamazdı. Böyle adi bir damgayı üzerinde taşıyamazdı. O da öyle yaptı. Memleketini terk etti. Kendisini bilmeyen, tanımayan başka insanların arasına gitmek arzusuyla Mısır’a vardı. Parası bitene kadar sağ da solda dolaştı. Bu arada hep başına gelen felaketin sebebini, bunu hak edecek nasıl bir günahı işlediğini düşündü. Sonunda, Kâbe’de tavaf ederken, elini sırtına koyduğu kadının bedduasını hatırladı. “Onun duası, duaların kabul edildiği bir saate rastlamış. Çünkü o, iffetli bir kadındı. Namusuna el uzatıldığını sandı. Allah da onun duasını kabul etti. Ben ise bir günahkârım. O yüce makamda günahlarımın bağışlanmasını isteyecek yerde, nefsimin isteğine uydum” diye üzüldü, ağladı.
Bir gün onun camide güçlükle abdest aldığını gören iyi kalpli bir adam, ne işle meşgul olduğunu sordu. Malik, işsiz olduğunu söyledi. Adam, “Halin, tavrın, temiz yüzün hoşuma gitti. İyi bir insana benziyorsun. Kolun sakat olduğu halde, bin bir zahmetle abdest alıp namaz kılıyorsun. Aferin sana” diyerek Malik’i aldı evine götürdü.
Bu adam zengin, çiftlik sahibi, emrinde birçok işçi çalışan merhametli bir iş adamıydı. Malik’e çiftlikte yapılabilecek bir iş verdi.
Aradan aylar geçti. Malik, verilen her işi en güzel şekilde yapmaya çalışıyordu. Onun dürüstlüğü, insanlarla iyi geçinmesi ve kendisini herkese sevdirmesi, çiftlik sahibinin hoşuna gitti. Onu çiftliğin kâhyası yaptı. Malik, kısa zamanda yeni işine de alıştı. Çiftliği eskisinden daha iyi yönetmeğe başladı. Ne var ki, bir müddet sonra iyi kalpli çiftlik sahibi hastalandı. Çok geçmeden de ruhunu teslim edip Allah’ına kavuştu.
Bu ani ölüm, herkesten çok Malik’i sarstı. Ama kendisini bırakmamalıydı. Bu iyilik numunesi örnek insana karşı görevini en iyi şekilde yerine getirmeliydi. Malik de öyle yaptı. Onun bu samimi çırpınışları herkesi memnun etti. Bilhassa vefat eden çiftlik sahibinin karısı, Malik için dualar etti. Eskiden olduğu gibi, bundan sonra da görevine devam etmesini ve efendisinin yokluğunu aratmamasını rica elli.
Aradan altı ay kadar bir zaman geçmişti. Çiftliğin hanımı, Malik’ten çok memnundu. İşleri eskiden olduğu gibi mükemmel bir şekilde yürütüyordu. İyi bir iş adamıydı. Ahlakı güzeldi. Elinin eksik olmasından başka bir kusuru yoktu. Malik, iyi bir koca olabilirdi. Onunla evlendiği takdirde, işleri aksamaz, hayatlarında büyük bir değişiklik meydana gelmezdi. Malik’e haber saldı. Niyetini açtı.
O güne kadar Malik, başını kaldırıp da kadının yüzüne doğru dürüst bakmamıştı. Mademki şimdi evlilik söz konusuydu, alıcı gözle bakabilirdi. Doğrusu kadın çok güzeldi. Onunla evlenmek kendisi için büyük bahtiyarlık olurdu. Malik, bu teklifi memnuniyetle kabul etti. Evlendiler. Mutlu bir hayat sürmeye başladılar.
Bir gün dereden tepeden konuşurlarken kadın, “Kaç defa hatırıma geldi ama belki seni rahatsız ederim korkusuyla sormadım. Senin gibi iyi niyetli, doğru sözlü, dürüst bir insanın, ağır cezayı gerektirecek bir suç işlemesi düşünülemez. İşte bu yüzden elinin hangi sebeple kesildiğini merak ediyorum. Seni üzmeyecekse, anlatır mısınız?” diye sordu.
Malik, derin bir ah çekerek, hikâyesini anlatmaya başladı: “Yıllar önce hacca gittim. Kâbe’yi tavaf ederken, senin gibi güzel bir kadına gözüm ilişti. Birden çarpılmışa döndüm. O yüce makamda yapılmayacak bir iş yaptım. Aptallık bu ya, bir yanlışlık olmasın diye elimi o güzel kadının sırtına vurarak, ‘Ya Rabbi, bu kadını bana nasip et!’ diye dua ettim. Allah bilir ya, aklımda en ufak bir kötülük ve hainlik yoktu. Ama bunu ne bilsin kadıncağız. Kendisine fenalık düşündüğümü sandı ve bana, ‘Elin kesilsin!’ diye beddua etti. Kadının bedduası tuttu. Daha sonraları bir gün hamamda çalınan bir para benim üstümde çıktı. Hâkime götürdüler. O da bana hırsıza uygulanan cezayı verdi, elimi kestiler.”
O kötü günleri hatırlamanın verdiği hüzünle Malik gözyaşı dökerken, karısı derin bir üzüntüye kapıldı. Hüngür hüngür ağlamaya başladı. Malik, “Artık her şey bitti, ağlama” diye onu teselli ederken, karısı, “Ben ağlamayayım da kimler ağlasın, elinin kesilmesine ben sebep olmuşum. Tavaf esnasında elini sırtına vurduğun o kadın benim. Senin niyetini nereden bilirdim” diye hıçkırdı.
O zaman Malik, kendi duasının da kabul edildiğini görerek, Allah’ın takdirine olan hayranlığını şöyle dile getirdi:
“Ey hikmetine kurban olduğum Rabbim! Senin yaptığın her şey güzel ve hikmetlidir. Sen hiçbir şeyi boşuna yapmazsın. Duaların kabul edildiği o mübarek yerde, seni bana nasip etsin diye, ben Allah’a dua ettim, kabul buyurdu. Sen bana beddua ettin, onu da kabul buyurdu. İkimizin dileği de, duaların kabul edildiği mübarek bir saate rastlamış. Bunda senin hiç bir günahın yok. Kendini boş yere suçlama. Dualarımızı kabul buyurduğuna göre, demek ki, Yüce Rabbim ikimizden de hoşnut olmuş. Sana sayısız hamd ve senalar olsun Allah’ım!”
Bu ağzı dualı iki insan, hayatlarının sonuna kadar Allah’ın sevgi ve rızasını kazanmaya gayret ederek, mutlu bir şekilde yaşayıp gittiler.[1]
KAYNAKLAR
[1] M. Yaşar Kandemir, Elma Suyu, Çelik Yayınevi, İstanbul 1993, s. 43 vd.; Nurettin Turgay, Arap Edebiyatında Kısa Hikayecilik, Tibyan Yayıncılık, İzmir 2015, s. 76 vd.