Medimagazin gazetemizin Başyazarı Sayın Prof. Dr. Hikmet Akgül’ün “İbn Rüşd (900 Yıllık Aydınlık)” adlı makalesi, beni, eşyanın hakikati idesinde felsefi bir yaklaşım dünyasında, milattan öncesi yüzyıllardan alıp günümüze kadar dolu dolu düşünsel akli ve biçimsel bir seyahatin içine attı.
Bu rüya seyahatının içerisinde, ben kendimi İskender’in ordusunda, çıplak sırtı güneşin ışınlarıyla kararmış, istikbale yönelik ve “ne nedir? varlık nedir? eşya nedir? hakikat nedir? insan nedir?” sorularına cevap arayan, bu soruların ağırlığı altında ezilmiş çıplak ayakları kızgın kumlarda nasırlaşmış, insanlığı kurtarmaya soyunmuş(!) bir nefer gibi gördüm. Yunan felsefesini, ellerinde sadece vahiy kültürü olan Müslümanlara, Ksenofanos, Anaksimenes ve Anaksimandros’un selamı ile sunan eleştiri isteyen ilmin kâinatın kendisi olduğunu, gerçek varlığın olduğunu iddia eden İyonya ekolünün bir temsilcisi olarak gördüm. Bir papaz gibi körü körüne fikirlerini topluma kabul ettirmek isterken eleştiriyi bir kalkan, bir maske olarak kullanan Sokratın yanıldığını gördüm. Ahlak, bilim ve tabiat üçgeninde Eflatun ve Aristo’nun zaman ve mekân kavramları içinde bir metamorfoz yaşadım.
İbn Rüşd’ün Gazali’ye cevaben, idrakin, aklın nedeni ve niçini bulacağını iddia ederken, 9. yüzyılda yaşamış Eş’ari’nin “nedenselliğin Tanrıdan bağımsız olarak savunulamayacağı, Kâinatın her parçası birer alemdir, her atom Tanrı tarafından ayrı ayrı yönetilir, atomlar birbirinden bağımsız olarak hareket eder”, fikrini madde ve suretten meydana gelen tabiat kavramı içerisinde algılayamadığım, tasvir edemediğim metafizik çerçevede Gazali ile özdeşleştirdim. Zira Gazali’nin tüm problemleri çözmede yegane enstrümanların akıl ve idrak olduğunu söylemesinde, ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anımsadım. Allah’ı bir saatçi gibi gören Descartes’ın insanların da bu saatin kurallarına göre inanıp yaşamalarının gerektiğini söylediğinde, Hakiki Evrensel düşünceye yakınlığını, hayretle düşündüm.
Bu arada mantıksal tutarlılık ve gözlemin hakikate, ilme giden gerçek yol olduğunu iddia eden Karl Popper ile kendimi aynı safalarda hissettim. Leyla ile Mecnun hikayesindeki ana temanın Muhiddin-i Arabi ile insan-ı kamil olarak tecelli ettiğini gördüm. İnsanın Tanrı, Tanrı’nın da insan olamayacağı kuralından hareketle, iyiliğin bir şekilde kötülüğe galip gelmesini ya da bir başka şekilde kötülüklerin baskılanması, hayatın, dolayısı ile hakikatin dirliğini oluşturur.
Protestan Hristiyanların düşüncelerinde olduğu gibi, Tanrı’nın tüm nimetlerini kullanarak bizzat sorumluluğu yüklenmek ve bu şekilde Allah’ı anlamaya çalışmak, insan-insan dışı doğa ilişkilerini, Tanrı-insan ve insan-insan ilişkilerini yorumlamak, daha müreffeh bir dünya ve caydırıcı güçlerin olmadığı, iyiliğin galip geldiği bir toplumun oluşabilmesi için, temelini, semavi olsun ya da semavi olmasın, genelde kabul gören bütün dinlerin ortak paydalarından alan, “iyi insan” olabilme çizgisinde, nasıl çok büyük bir paralelliğin ve armoninin yaşadığını ibretle gördüm!
Beni, makalesi ile ani bir yolculuğa çıkartarak, bütün bu duyguları bana yaşattığı için, Aziz Meslektaşım Prof. Dr. Hikmet Akgül Beyefendiye kalbi teşekkür ve saygılarımı sunarım.