İyi günlerin paylaşılarak mutluluğun artırılması kadar, kötü günlerin de paylaşılarak çekilen ıstırabın azaltılması ailenin temel felsefesidir.
Geçen hafta manşetlere çıkan bir haberde; “Resmi nikahı olmayan, iki çocuk sahibi, altı aylık hamile, 26 yaşındaki annede, menenjit tanısı ile kaldırıldığı hastanede beyin ölümü geliştiği, anne rahmindeki bebeğin 4 hafta sonra doğurtulacağı bu nedenle annenin mekanik ventilatöre bağlandığı, babanın ise ekonomik gücünün olmadığını, zaten mevcut çocuklarına da ablasının baktığını ileri sürerek çocuğu istemediği” belirtilmekteydi. Bu haberin ülkemizin başta sağlık olmak üzere çok acele ele alınmasını gerektiren önemli sorunlarını içerdiğini düşündüğümden görüşlerimi sizlerle paylaşmak istedim.
İnsanoğlunun geleceği sağlıklı nesillerin oluşturulmasına bağlıdır. İyi günlerin paylaşılarak mutluluğun artırılması, kötü günlerin de paylaşılarak çekilen ıstırabın azaltılması temel felsefesine dayanan ve klasik anlayış içerisinde toplumun temelini teşkil eden aile, farklı saiklerle bu görevi de üstlenmiştir. Bilinen bir ifade ile çocuk ailenin meyvesidir ya da canım annemin dediği gibi “çocuk, evin altın topudur”.
Ancak somut olayımızda doğacak çocuk, bakacak gücüm yok gerekçesi ile baba tarafından istenmemektedir. Burada babayı sorgulayacak değilim. Ancak; sorgulanması gereken husus, üçüncü gebeliği sırasında ölen 26 yaşında bir annenin nezdinde nüfus planlamasıdır. Gelişen dünyamızda ve ülkemizde bayanların evlenme ve anne olma yaşı ortalamasının yükselmesi beklenirken, bu durum sorgulanmalıdır.
Ülkemizde 1983 yılında yürürlüğe giren 2827 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun, nüfus planlamasını, “fertlerin istedikleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olmaları” şeklinde tanımlamakta ve bu hususta Devlete görev vermektedir. Oysa ki bu aile nüfus planlaması ile tanışmamıştır. Bu nedenle de baba, annesi ölen üçüncü çocuğun doğmasını istememektedir. Basından izlenilen haberlere ve yıllık nüfus artışımızın yüzde 1.6 olduğuna bakacak olursak ülkemizde nüfus planlaması ile ilgili çalışmaların ne yazık ki iyi gitmediği anlaşılmaktadır. Benim düşünceme göre ülkemizde yapılan çoğu başarılı çalışmalara rağmen çoğu sorunun hâlâ çözülememesinin nedeni aşırı nüfus artışıdır. Bu nedenle ilköğretim, hâlâ kalabalık sınıflarda sabahçı-öğlenci olarak yapılmaktadır. Bu nedenle üniversite sayımız 100’ü aşmış olmasına rağmen üniversite sınavına her yıl bir buçuk milyonun üzerinde öğrenci girmektedir. Bu nedenle hekim sayımız, hemşire sayımız sağlık hizmetinin kaliteli verilebilmesi için yeterli olmamaktadır. Bu nedenle şehirlerimizde su, konut, enerji sıkıntısı vardır. Bu nedenle yaşanan iç göç sonucu, sosyokültürel çöküntü ve suç oranlarında artış vardır.
Burada sorgulanması gereken bir diğer husus, 21. yüzyılı yaşayan ülkemizde resmi nikah yapılmamış bir evliliktir. Resmi yani medeni nikah zorlayıcı özelliği bulunan bir hukuk kuralıdır. Bu aynı zamanda eşler için bir hukuki güvence kapsamında olup hukuksal yönden görevlerin ve hakların da kurucu unsurudur. Medeni nikah yaptırmak çok mu zordur? Asla. O zaman neden ihmal edildiği sorgulanmalıdır? Ama mutlaka sorgulanması gereken husus, çocuğun doğurtulmaması ile ilgili babanın kararının hukuki açıdan değerlendirilmesidir. Biyolojik baba olmak çocukla ilgili yaşamsal kararın verilmesinde yeterli olacak mıdır? Yoksa medeni nikahın olmaması biyolojik babanın kararını geçersiz kılacak mıdır?
Buradaki sorunların tıbbi ve hukuki boyutlarının yanı sıra en çok üzerinde durulması gereken tarafı etik boyutudur. Olayı yönlendirirken hekim(ler)in davranışı ne olmalıdır? Bu davranışların gerekçeleri ne olmalıdır? Bu soruların tartışması, Hipokrat Yemini’ne girmiş “İnsan hayatına ana rahmine düştüğü andan hürmet edeceğim” ifadesi ile birlikte kürtajı da etraflıca ele alacaktır.
Ancak, kanımca şu da gözden kaçırılmamalıdır ki tüm tartışmaların sonucunda canlı olarak doğurtulduğunu ve büyüdüğünü varsaydığımızda; bebeğin de söyleyeceği bir şeyler olacaktır.