İnsanoğlu yaratılışı gereği fıtratında iyi ve kötüyü bir arada barındırır. İyi ve erdemli insan olmak fıtrattaki kötülükleri baskılayabilme ve her ne olursa olsun iyilik vasıflarını ön plana çıkarma ile ilişkilidir. Bireylerin hırs, daha fazla kazanma ve öne çıkma arzularının dizginlenememesinden kaynaklı kötülüklerin viral bir enfeksiyon gibi yayılması, denetleyici üst sistemin yeterince tedbir almaması ve cezai yaptırımların caydırıcı olmaması toplumların sosyolojik çöküntülerini hazırlamaktadır. Unutulmamalıdır ki şikayet ettiğimiz toplumsal sorunların öznesi yine bireyler olarak bizleriz. Sorunlar karşısında konformist bir yaklaşımla sorunu irdelerken kendimizi sorundan arındırıp ötekileri sorumlu olarak etiketlemek çözüme katkı sağlamadığı gibi kronikleşmesine ve çözümsüzlüğe itilmesine yol açmaktadır. Bu yüzden kendimizi sorundan uzak görerek başkalarını ve denetleyici sistemi tek sorunlu olarak görmekten vazgeçip bireysel ve toplumsal öz eleştiri yapmamızda fayda bulunmaktadır.
Toplumsal infial oluşturan yenidoğan (hastane) çetesini ele alırken de bu çerçevede değerlendirme yapılmasında fayda bulunmaktadır. Burada adli süreç devam ettiği için olayın detaylarına girilmeden genel bir yaklaşımla ele alınacaktır. Yenidoğan çetesinin vahşetini temel olarak bireysel, sistemsel ve yönetimsel sorumluluklar olarak üç ayrı başlık altında değerlendirmek daha sağlıklı olacaktır.
Birey olarak daha fazla kazanma hırsıyla yola çıkanların ve bunu yaparken de kutsal bir mesleğin icracıları olarak hayatları kurtarmak gerekirken ebeveynlerin bir umut diyerek çaresiz çırpınışları arasında dünyaya daha yeni gözlerini açmış masum yavrucaklarının geleceklerini çalanların bireysel çıkarlarını aşarak organize suç örgütü kapsamında insanlıklarını yitirmeleri affedilir bir durum değildir. Toplumsal vicdanın rahatlaması ve bu tür vahşet suçlarında caydırıcılığın olabilmesi açısından en ağır cezaların uygulanması gerekmektedir. Yeni doğan çetesinin lideri konumunda olan şahsın katı bir hayvansever profil çizmesi ise tam bir ironidir. Ancak temel sorunlardan biri bu bireylerin nasıl bu kadar rahat davranabildikleri ve sistemsel açıkları nasıl böylesine kullanabildikleridir.
Sistemsel olarak bir sorunun olduğu açıktır. Uzun yıllar sağlık sisteminin sorunlarıyla yüzleşen toplumun 2000’li yılların başından itibaren sağlık alanındaki reformlar ve düzenlemeler ile nispeten rahatlar görünmesi, ancak zamanla bu düzenlemelerin de yeni sorunlara kapı aralaması ile sağlık sistemi sorgulanır hale gelmiştir. Bu süreçte ülkemizdeki hastanelerin ve yoğun bakımların dağılımlarının değişimini ele alacak olursak sistem sorunu daha iyi anlaşılacaktır.
“2002 yılındaki verileri de içeren sağlık istatistiklerine göre, Türkiye genelinde 2002 yılında 1156 hastanenin 774’ü Sağlık Bakanlığı’na ait olurken, 50 tıp fakültesi hastanesi ve 271 de özel hastane bulunuyor. 2002 yılında özel hastanelerin toplam içindeki payı yüzde 23 oluyor. 2022 yılına gelindiğinde, Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın hastane sayısı 915 olurken, tıp fakülteleri de 68 oluyor. Toplamda özel hastanelerin payı da yüzde 37’ye yükseliyor. 2002 yılında Türkiye’de toplam hastane yatak sayısının yüzde 65’i Sağlık Bakanlığı, yüzde 16’sı da üniversite hastanelerinde bulunurken, yüzde 19’u özel hastanelerde bulunuyor. 2022 yılında oranlar özel hastaneler lehine değişirken özel hastanelerin toplam yatak oranı yüzde 21’e çıkıyor. Yenidoğan yoğun bakım yatağı sayısında 2012 yılından 2022 yılına artış özel hastanelerde dikkat çekici boyutta oluyor. 2012 yılında Türkiye’deki hastanelerde yenidoğan yoğun bakım yatağı sayısında özel hastanelerin oranı yüzde 46 olurken, 2020 pandemi harici yükseliş hız kesmiyor ve 2022’de bu oran yüzde 54 oluyor. 2012’den 2022’ye Sağlık Bakanlığı hastanelerinde yenidoğan yoğun bakım yatağı sayısında artış yüzde 52 olurken, üniversite hastanelerinde bu oran yüzde 71 ancak özel hastanelerde artış ise yüzde 113 oluyor. Son olarak 1.000 canlı doğuma düşen yenidoğan yoğun bakım yatak sayısında Sağlık Bakanlığı ve üniversite ile özel hastanelerin arasındaki fark da dikkat çekicidir. (1)
Görüldüğü üzere son yıllarda özel hastane yatak kapasitesi ve yeni doğan yoğun bakım sayılarında ciddi artış görülürken kamu hastanelerinde oransal olarak nispeten gerileme görülmektedir. Diğer yandan Sağlık Bakanlığı ve Üniversite hastanelerinin bazılarında var olan yeni doğan yoğun bakım yatak kapasitesinin atıl bırakılması da özel hastanelerin bunu fırsata çevirmesine yol açmaktadır. ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinde de durumun benzer olduğu dile getirilebilir. Ancak bizde olduğu gibi SGK tarafından özel hastanelerden hizmet satın alınmamakta ve ABD gibi ülkelerde özel hastaneler, özel sigorta sistemleri üzerinden hizmet sunmaktadır. Vatandaşın daha kolay ve hızlı hizmet alabilmesi için devletin bir çözüm olarak özel hastanelerden hizmet alınmasının yolunu açması zamanla kötüye kullanımını da beraberinde getirmiştir. Devletten daha fazla para alabilmek için bazı özel hastaneler gereksiz tetkikler ve yatışlarla faturaları kabartma yoluna başvurmuşlardır.
Özellikle bebek ölüm oranlarının düşürülebilmesi için yenidoğan yoğun bakım servisleri açısından yeni düzenlemelerle yatak sayılarının artışı özendirilmiştir. Şehir hastaneleri ile birlikte afiliye olan veya olmayan üniversite hastanelerinde yeni doğan yoğun bakım kapasiteleri kısmen artış gösterirken asıl büyük artış özel hastanelerde yaşanmıştır. Zira gecelik yenidoğan yoğun bakım paket fiyatı özel hastaneler için bir fırsat oluşturmuştur. Uzun yıllardır kaliteli ve kontrollü hizmet sunan kurumsal özel hastaneleri bir tarafa bırakacak olursak bazı özel hastaneler için bu durum fırsata çevrilmiş, hatta daha fazla kazanabilmek adına çıkar amaçlı suç çetesi oluşturmanın yolunu açmıştır.
Özellikle sağlıkta şiddet, gelir dengesizliği, sağlıkçıların itibar kayıpları, performans sistemiyle hekimlerin ve sağlık gruplarının puan toplamaya zorlanmaları, MHRS sistemindeki sıkıntılar hekimler başta olmak üzere sağlık çalışanlarını farklı arayışlara itmiş ve özel hastanelere yönlendirmiştir. Uzun yıllar zorlu, stresli ve pahalı eğitimlerden geçmiş olan hekimlerin zorunlu hizmet sonrası özellere geçmesi sorgulanması gereken bir durumdur. Özel hastanelerde bir işçi statüsünde çalıştırılan ve asıl kazananın hastane sahiplerinin olduğu bir sistemi hekimlerin neden tercih ettiklerinin iyi irdelenmesi gerekir. Devletin imkanları ile okuyan ancak çeşitli nedenlerle çalışmak için yurt dışına gitmek isteyen hekimlerin ülkemizdeki gelecek beklentilerinin neden zayıfladığı konusunda hem sağlık çalışanlarının hem vatandaşların hem de yönetici erklerin birbirini suçlamak yerine empati yaparak değerlendirme yapmasında fayda bulunmaktadır.
Yurtdışında kalmış, birçok Batı ülkesini gezmiş, İngiltere sağlık sistemini hem bir hekim hem de orada yaşamış bir tıpçı akademisyen olarak Türkiye’deki tıp eğitiminin ve sağlık sisteminin kaliteli bir zeminde olduğunu söyleyebilirim. Ancak son zamanlarda üniversitelerin sağlık alanında etkisizleştirilmesi, Sağlık Bakanlığının sağlık hizmeti sunumunun ötesine geçerek tıp eğitimine el atması, şehir hastanelerinin akademik kadrolarının hızlıca oluşturulabilmesi için üniversiteler dışında kolayca doçent ve profesör olabilmenin yolunun açılması, yeterli eğitim kadrosu olmayan yerlerde çok sayıda asistan alınarak kaliteli ve yeterli eğitim alamayan uzman hekimler ordusunun yetiştirilmesi, yeterli eğitim kadrosu olmayan çok sayıda tıp eğitim kurumlarının açılarak donanımsız yeni hekimlerin sisteme katılması, kadim tıp fakültelerinin sistemsel ve bazı üniversite yönetimlerinin yanlış uygulamaları sonucu akademik kadrolarının boşalması ve bir çok tıp fakültesinde bölümlerin kapanması tıp eğitiminin geleceğini tehlikeye sokmaktadır.
Ülkemizde askeri bir disiplinle sistemleşen tıp eğitiminin -koğuş, taburcu, katı disiplin gibi askeriyeden tıp alanına geçen kavramlar- zamanla disiplinini ve kalitesini kaybetmesine yol açmaktadır. Akademik disiplinden uzak yetişen bir kısım hekimler kolayca öğretim üyesi, doçent ve profesör olduktan sonra özel hastanelerin yolunu tutmaktadır. Diğer yandan kadim tıp fakültelerinin akademisyenleri sistemsel sorunlardan, vatandaş nezdindeki değersizleştirmelerden, ekonomik kaygılardan ve bunların üzerine eklenen bazı üniversite yönetimlerinin mobbing uygulamalarından dolayı çalıştıkları tıp fakültelerine aidiyet duygularını kaybetmekte ve özelleri tercih etmektedirler.
Alanda aktif çalışan bir akademisyen olarak vatandaşın böylesine kolaylıkla uzman doktora hatta profesöre ulaşabildiği bir ülke var mıdır bilemiyorum. Bir vatandaş aynı gün aynı branştan birkaç doktora gidebilmekte, aynı tetkikler tekrar tekrar yapılabilmekte, MR, BT, sintigrafi, anjiografi gibi özellikli tetkikler ardışık olarak çok kolay çekilebilmekte ve maalesef sistemsel denetim bu konuda zaafiyet göstermektedir. Tıp eğitimi yanı sıra sevk edilen en kompleks ve çözümsüz vakaların tedavi edilmesi, ileri tetkiklerin yapılması için üçüncü basamak olarak hizmet sunan üniversite hastanelerinin – Sağlık Bakanlığına afiliye değilse- yıl başında belirlenmiş gelir (SGK’ya kesilen fatura) esaslı global bütçe nedeniyle gideri azaltmak için kısıtlı tetkik isteme zorunluluğuna karşılık, Sağlık Bakanlığı bünyesindeki en ücra küçük sağlık kurumlarında bile sınırsız tetkik yapılabilme imkanı sağlık sisteminin bir çıkmazıdır. Özellikli hasta bakması gereken üniversite hastanelerini rutin hasta bakması gereken normal bir devlet hastanesi statüsüne indirgeyerek performans sistemi üzerinden puantaja tabi tutmak tıp eğitimini ve sağlık hizmet kalitesini deforme ettiği gibi akademisyenlerin bilimsel yayınlara, projelere zaman ayırmasını da zorlaştırmaktadır. Bu durum da uluslararası sıralama endekslerinde üniversiteleri geriye düşürmektedir.
Diğer yandan büyük maliyetlerle yap-işlet devret modeliyle yapılan devasa şehir hastanelerinin rantabl olması ve fayda-maliyet analiz açısından daha verimli işletilebilmesi için üniversite hastanelerinin akademik kadrosuna ihtiyaç duyulmaktadır. Bu hastanelerin devlete yük getirmemesi ve devamlılığı açısından sağlık turizmi kapsamında yurtdışı hastaları için cazibe merkezi olması önem arz etmektedir. Bu yüzden de yardımcı personel ve otelcilik hizmetleri, teknolojik makine-teçhizat parkları açısından üst düzey olan şehir hastaneleri yetersiz olan kaliteli akademik kadrosunu da üniversitelerden sağladığı takdirde yurtdışı hastalar için cazibe merkezi olacak ve bu hastalardan elde edilen gelirlerle yerli vatandaşların hizmet alım bedelleri sübvanse edilebilecektir. Bu işbirliği oluşmadığı takdirde şimdilik devlet tarafından sübvanse edilen bu devasa sağlık yatırımları gelecekte sağlık sisteminin önemli bir sorunu haline gelecek ve atıl kalacaktır.
Sağlık alanındaki bu sistemsel sorunlar ve kurum yöneticilerinin yanlış uygulamaları üniversiteler başta olmak üzere devlet kurumlarındaki hekim ve akademisyenlerin kurumlarına aidiyetlerini kaybetmelerine yol açmakta ve istemeseler de özel hastanelere geçişlerinin yolunu açmaktadır. Özel hastanelerin bir kısmı da daha fazla kazanabilmek için hekimleri gereksiz tetkik, invaziv girişimler ve yatış yapmaya ve SGK’ya kesecekleri faturaları kabartmaya zorlamaktadır. Bu yüzden bu tür aksaklıkların çözümü açısından ya özel hastaneler SGK kapsamı dışına alınmalı ya da devlet çok sıkı denetim oluşturmalıdır. Bir motto haline gelen “biz sağlık sistemimize güveniyoruz” söylemi “güven denetimi dışlamaz” kontrol mekanizmasıyla dengelenmelidir.
Yavrucaklarını kaybeden anne-babaların ızdıraplarını anlamak ve paylaşmakla birlikte insan unsurunun olduğu yerde kötülüğün olabileceği açık olduğundan birkaç kişinin açgözlülüğü ve vahşeti üzerinden bir meslek grubunu hedefe koymanın makul olmadığı açıktır. Suç bireyseldir ve genelleştirilemez. Vatandaşların bu vahşete büyüteç tutarak sağlık çalışanlarını toptancı bir bakış açısıyla suçlu ilan etmeleri ve değersizleştirmeleri gelecek açısından büyük bir tehlikedir. Zira bu şekilde genelleştirmeler ve şiddete varan tepkiler gelecekte kaliteli uzman hekimlerin sayısını azaltacağı gibi ulaşılmaz hale getirecektir. Ancak bu tür etik ve ahlaktan yoksun bireylerin mesleğimizin kutsallığını kirletmesine de izin verilmemeli ve en başta hekimler olarak bizlerin bu duruma itirazda bulunması gerekir.
Diğer yandan detaylı bahsettiğimiz sağlık alanındaki sistemsel sorunlar ivedilikle ele alınmalı, tıp eğitiminin temel dinamiği olan tıp fakülteleri ve üniversite hastanelerinin çöküşü durdurulmalı, üniversite hastanelerinin sıradanlaştırılmasının önüne geçilmeli ve araştırma hüviyeti ön plana çıkarılmalıdır. SGK üzerinden hizmet alımı yapan devletin aynı zamanda denetleyici kurum olarak sıkı denetim yapması ve tespit edilen etik dışı ve çıkar amaçlı işlemlerde kim olduğuna bakılmaksızın siyaset üstü davranarak sıkı denetim yapması ve suç unsuru tespit edilenlerin adil yargılamayla ivedilikle cezasının verilmesi toplum vicdanını da rahatlatacaktır. Yenidoğan çetesinde olduğu gibi sağlıktaki yozlaşmadan ders çıkaran ve meslek onurunu önde tutan sağlık çalışanlarımızın sayısının artması dileklerimle mutlu kalın…
- https://www.ekonomim.com/gundem/ozel-hastane-ve-yenidogan-yogun-bakim-sayilari-son-10-yilda-nasil-degisti-haberi-774432
1 yorum
Yazınız güzel olmuş ama malesef sorunun çevresinde dönüyorsunuz . Ben size ve okuyucularınıza bu çeteleşme ile ilgili “içeriden” bilgi vereyim, neden çeteleşme oldu, nasıl oldu, temelinde görmezden gelinen müteselsilen etkili olan tuhaf /garip illiyetleri anlatayım.
Kendimizi tanıyalım, ayna tutayım!
Sağlığın ticarileştirilmesini kendi eylemleriyle; sağlığın vahşi rekabete maruz bırakılması gibi çarpık bir sistemi övgüyle karşılayan çok sayıda ki vatandaşlarımızın sorumsuzluklarını, “çıkar çatışmalarını” ve ödevsizliklerini masaya yatırmak gerek. Ülkemizde 14.000 küvöz ihtiyacı nasıl oluştu? , bu devasa sayı nasıl bir suç ve haksız kazanç kapısı hâline geldi? Gelin, bu düzenin nasıl adım adım hazırlandığını size detaylıca “içeriden” anlatayım.
Bu noktaya gelineceği aslında belliydi ve ne yazık ki “Sağlıkta Dönüşüm Programı” bu sürecin mimarı oldu.
1* İstanbul anadolu yakası, Ankara, İzmir, Antalya ve benzeri büyük şehirlerde, hatta tüm ülke çapında benzer yapıların olmaması mümkün mü? Ülke genelinde yaşanan sağlık sorunlarının sadece tek bir yerle sınırlı olduğunu düşünmek, büyük resmi görememek olur.
2* Gebelerin birbirlerini “maddi çıkar çatışmaları” ile feromonlayıp, bir araya gelip, birbirlerine övdüğü, kendilerini akıllı ve haklı hissettikleri hizmetin ucuz olduğu için “kuyruklar oluşturdukları” hastaneleri görmek bile sorunun derinliğini anlamak için yeterlidir.
Bu kuyruk yapılan, hıca hınç dolu özel hastanelere kimse hiç bakmıyor, sen neden ucuzsun, neden sana gebeler yığılıyorlar diye kimse sormuyor.
Doğum hizmetini ucuza, bedavaya verip, takip sürecini cazip hale getirmek; hatta doğum ücretini minimumda tutmak bile bu sistemde bazı hastaneler için cazibe merkezi yaptı. Bebeğin küvöz masrafını devletin karşılaması fikri de bu döngüyü besleyen unsurlardan biri. Vatandaş ben para vermeyeyim, doğumu – gebelik takiplerini “ucuza kapatayım” , bebekler küvöze girsin, iyi bakılıyor modundaydı. Anladınız mı döngüyü, kommersal yaşamı!
3* “Doktorun elini cebinizden çekeceğiz” söylemiyle yürütülen politikalar halkımızın “alkışını” topladı. Ama eski Türkiye’de ya da muayenehanelerin ön planda olduğu dönemde bu denli büyük krizler hiç ama hiç yaşanmazdı. Doktorlar, mesleklerine değer veren bir sistemde çalıştığında, daha özverili bir performans sergiliyordu. İntihar eden, dövülen, öldürülen, arabasının frenleri kesilen, kemikleri kırılan, küfürler edilen, kazanç kaygısı içinde olan, yoğun bakımlık olan, odaya kilitlemiş hunharca dövülen doktorlar hiç yoktu.
Doktorların artık yoruldular, metal yorgunluğu ve deforme oldukları çok açık: Kendilerinden sürekli fedakarlık beklenirken, doktorlardan “karşılıksız cömertlik” sergilemeye bırakılmaları bu yorgunluğun temel sebeplerinden biri. Anlaşılıyor ki sistem de koşturulan “hayvan terli” kavramı artık “hayvan çatlamaya” dönüşmüş.
4* Büyük devletimiz, sağlıklı gebelik takibi ve doğumu adeta basit /adi/olağan bir işlem gibi görüp minimal ödemelerle, puancılık oyunlarıyla bu emekleri, akıl terlerini küçümsedi, aşağıladı. Komplikasyonlu doğumlara ve yoğun bakım gerektiren bebeklere ise devasa kaynaklar aktarıldı. Bu yönelimin, kaliteli gebelik takibine gösterilen önemi azalttığını görmemek elde değil. 14000 küvöz oluşmuş!
5* Türkiye’de yılda yaklaşık 1 milyon doğum oluyor ve ortalama % 10 – 15 (bence %20) bebek yoğun bakımlık, pert, perişan doğuyor – doğurtuluyor. Bu bebekler ortalama 5 gün küvözde kalsa, 14000 yataktan hesap edersek, “yılda 1 milyon küvöz yatağı” potansiyeli oluşuyor.
Böyle ballı kaymaklı bol paralı bir sistemi beslemek için kimse sağlıklı bebeklerin doğumunu teşvik etmez, çünkü hiç kimse ( hem vatandaş hem de devlet) oraya (sağlıklı gebelik takibi ve Doğuma) harcama – ödeme yapmıyor. Bu olurken hem bu sistem idame ettirilecek hem de aileler kendilerini akıllı, haklı, iş bilir hissettirilecek. Okumaya devam….
6* Bir jinekoloğun günde maksimum/azami 15 gebe ile ilgilenmesi gerekirken, bu sayı kimi yerlerde günde, yani 8 saatlik mesai ile 30, 40, 50 ila 200 gebeye kadar çıkıyor. Yoğun bir tempo, vahşi “sürüm usülü iş” , baş döndüren bir sistem; ama vatandaş bu durumu sorgulamaksızın kabul ediyor, hatta avantajlı/süper /kaliteli/10 numara 5 yıldız buluyor. Çünkü para vermiyor!, çıkar çatışması! Vatandaşın sağlığına bu derece ticari bir yaklaşımla bakması, özellikle gebe vatandaşlar tarafından böyle ele alınması, gebelik ve doğum hizmetlerini kalite açısından aşırı zayıflattı.
7* Gebelik takibi, artık “olduğu kadarıyla doğsun” yaklaşımıyla ilerliyor. Salgın şeklindeki plansız hamilelikler, hazırlıksız doğumlar sonucunda, bebek yoğun bakım yatak sayısı şehir şehir artarak 14 bin yeni doğan yatağına kadar ulaştı. Bu yataklar sürekli dolup boşalıyor; ama bu sorun halk tarafından yeterince önemsemiyor, ucuz olsun, bedava olsun, “kimse benden para istemesin” derdindedirler. Hatta bebeğin sakat, özürlü olması dahi bir avantaj olarak görümeye başlandı; evde bakım parası alırız, ötv siz araba alırız şeklinde düşününler çok sayıdadır.
8* Ekonomik durumları gayet iyi olan çoğu aileler bile gebelik için herhangi bir bütçe (gebelik bütçesi) ayırmayı düşünmüyor, en ucuza hatta bedavaya yöneliyor ve bu yaklaşımı bir zeka göstergesi, haklılık, iş bilirlik olarak görüyor.
9* Bir jinekologun “günde” en fazla/maksimum/azami 15 gebe muayene etmesi gerekirken, sırf bedava ya da düşük ücretli olduğu için devlet hastanelerinde 30, 40 hatta 100 – 150. sıradan muayene olan, özel hastanelerde ise 65. sıradan muayeneye talip olan bir kitle var. Bu da kaçınılmaz olarak anne – aile kaynaklı ihmalkarlıklara ve yoğun bakımlık/pert/küvözlük bebeklere yol açıyor. 40, 80 hatta 150’nci sıradan muayene olmayı, “ucuz sürüm mantığıyla” hastaneye gitmeyi tercih edenlerin (zenginler çok sayıda!) sayısı hiç de az değil, “tüm toplum” bu şekilde!
10* Bütün bu sürecin sonucunda, hazırlıksız gebeliklerin kötü sonuçlarıyla başa çıkmak zorunda kalıyoruz. Küvözlere mahkum edilen bebekler, yetersiz takiplerden doğan komplikasyonlar artık ülke genelinde alarm veriyor. 1 milyon Küvöz potansiyeli yani rant olan bir yerde suç olmaz mı? Bunlar suç oluşmasına sebep veriyor. Devam edeyim…
11* Küçük bir harcama yapıp büyük bir servet ödemiş gibi övünenler, azılı şekilde üste çıkanlar, ağzı köpüklü tükürükle saldırmaya hazır olanlar devletin tüm kaynaklarını bu sisteme akıtmasını istiyor; zengin – fakir hepsi böyle düşünüyor, ancak hiç kimde hiçbir maliyetin altına girmeyi kabul etmiyor. Bedava karşılıksız cömertlik! salgını mevcut
12* İki dakikalık yüzeysel muayeneleri yeterli/üstün/eksiksiz/10 numara 5 yıldız görülüyor; emeğini, akıl terini hak ettiği şekilde isteyen doktorları ise “paracı/pahalıcı/paragöz” diye suçluyorlar. Sonuç: pert, küvözlük, yoğun bakımlık bebekler.
13* Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın ortaya çıkardığı bu durum, intiharlar, sağlıkta şiddet olayları ve sakatlıklar, ölümlerle dolu bu tablo, sorunun ne denli karmaşık bir hale geldiğini gözler önüne seriyor.
14* Hayatında hiç Jinekolog doktora gitmeyen, rahim sağlığını hiç ama hiç sorgulamadan “kronik iltihaplı, polipli, miyomlu ya da retrovert, hipoksik, yaşlı” bir rahime sahip olduğu halde direkt hamile kalan ve ancak gebeliğin 4. veya 5. ayında, hastalık garanti olunca anormalliği fark eden, far etmek zorunda kalan kişilerin sayısı salgın boyutunda artıyor. Sonuçta küvözlük hale gelmiş, neredeyse yaşama şansı zor olan bebekler ordusu ortaya çıkıyor. “Günlük 14000 nüfuslu”, yıllık 1 milyon nüfuslu küvözistana bu aileler ciddi destek veriyor.
15* Gebelik boyunca ilçe ilçe, şehir şehir doktor gezen, hiç bir Jinekolog hekimle güven bağı kurmadan, bir jinekolog doktorun emeğine saygı göstermeden sürekli hoydur hoydur gezen, onları sürekli birbiri ile kıyaslayan, 1 puan ile yıldızlayan, kendilerini doktordan akıllı zanneden gebeler ordusu, en sonunda “sorunlu /proplemli” bir doğumla mağdur bir doktorun elinde kalıyorlar / patlıyorlar / gümlüyorlar . Yoğun bakımlık bebeklerle sonuçlanan bu durumda kim haklı, kim haksız?
16* Gebelik takibini özelde yapıp doğumu devlete, doğumu özelde yapıp takibi devlete yaptıran, tahlilleri devlette yaptıralımcılar ( kendince uyanık ama nesebine vicdansız, tek taraflı çıkar çatışması! ) bir “terör örgütü” gibi, “tüm sistemi yozlaştıran” bir yapı ortaya çıkıyor. Kendi bedenine ve bebeğine yatırım yapmayan, sorumsuzca davranan bu anneler, aslında kendi elleriyle küvözlük bebekler dünyaya (14000 nüfuslu küvözistana) getiriyorlar.
17* Gebeliğe minicik bir harcamada bile sanki bir servet ödemiş gibi davranan, bebeğine yatırım yapmayı “hırsızın eline kendi eliyle para koymuş” gibi gören bir zihniyet ordusu var. Bu anlayışın sonucu: 14.000 nüfuslu bir “küvözistan” ülkesi.
18* Bedava ya da ucuz gebelik takipleri ve doğum yapılan hastanelerde uzun kuyruklar oluşturan aileler de bu sistemi besliyor. Bebekleri küvöze alındığında hiç sesleri çıkmıyor, çünkü gebelik ve doğumu “ucuza kapattılar.” Bu bir döngüdür ve anneler, aileler bunu besliyor. Bedava peynirin fare kapanında olduğunu, bir hizmete, bir işe para vermediklerinde malzemenin kendilerinin, bebeklerinin olduğunu bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar!
19* Paket paket sigara, alkol, uyuşturucu kullanan, tedavi ve takibi umursamayan annelerin küvözlük bebekleriyle karşılaşıyoruz. Bu annelerin sorumsuzluğu neden konuşulmuyor? Küvözistana rant üretmiyorlar mı?
20* Hastanelerin otoparkını lüks Avrupa marka arabaları ile dolduran aileleri konuşalım… , Bu aileler Dünyanın en pahalı yakıtına ve arabalarına en yüksek paraları öderken en temel gebelik testleri için bile ödeme yapmaktan kaçınıyor. “Fulleyelim depoyu ama bir hemogram istemeyin” zihniyeti bu ülkeyi küvözistana çevirdi. Neden bunu kimse konuşmuyor?
21* Sağlıklı gebelik ve doğum için hiçbir bedel ödemek istemeyen, ama iş yoğun bakımlık bebek olduğunda kesenin ağzını açan sistemin bu ikiyüzlülüğünü konuşalım.
Bu sorunlar yalnızca belli bir şehirde değil; Ankara’dan İzmir’e, Antalya’ya kadar her yere yayılmış durumda. Artık 14.000 küvözlük bebeğe sahip bir “küvözistan” oluştu ve bu düzen, bir rant kapısı olarak görülüyor. 1 milyon küvöz yatağı!
Necip milletimiz “çıkar çatışmalı” yanılgıdan artık çıkmalı; gebelik döneminde bütçe yapmayı öğrenmeli ve gebelikte “tasarruf – kısıntı” anlayışını derhal terk etmeli. Gebelik süresince, malını, mülkünü, parasını seve seve feda etmeyi kabullenmeli.
Gebelikte tasarruf (kısıntı) olmaz, gebelikte mal, mülk, para, imkan seferber edilir, feda edilir. Aileler bunu artık öğrenmeli, gebelik bütçesi yapmalı, 10/5/2 kuralına riayet ederek gebeliklere kaliteli şekilde hazırlanmalıdırlar.
Ve acilen bir jinekologun günde 15’ten fazla gebeyi muayene etmesi yasaklanmalıdır.
Ancak bu adımlar atılırsa küvözistana duyulan ihtiyaç azalır ve yönetilmesi gereken bir rant, çeteler otomatikmam ortadan kalkar. Vatandaş da devlet de el birliğiyle doktorların emeğini sömürmeye devam ederken, dürüst hekimlerin sınırını zorlamamamız gerektiği unutulmamalıdır. Ben her naneyi yiyeyim, her türlü çıkar çatışmasında sınır tanınayayım, karşımdaki hep dürüst olsun mantığı saçmalıktır. Herkes dürüst olacak!
Vatandaşın artık kendi sağlığına özellikle gebelik ve doğumlara daha fazla özen göstermesi, sistemi sorgulaması ve bu döngüye bilinçle yaklaşması gereklidir.