"Tıp fakültelerinden her şey çıkar, arada bir doktor çıkar!" tabirinin, aslında haklı olarak, bir gurur vesilesi, hatta çok ince bir övünme ve kibir ifadesi de olduğunu bir kez daha anladım. Zira, yaratılan en yüce sanat harikası olan insan ile ilgilenenlerin, şu ya da bu şekilde, az veya çok, özellikle sanat ve edebiyat ile ilgilenmemeleri asla kabul edilemez. Başımızı çevirip Tıp Tarihi’ne baktığımızda, birçok alanda bunun çeşitli örneklerini görürüz.
Millî kültürümüzün çok önemli bir kısmını oluşturan Türk Musikisine de, bütün medeniyet, reform ve yenilik hareketlerinin de başını çeken hekimlerimizin katkısı asla yadsınamaz. Musikimizin geldiği bu noktada, gerek güftekâr olarak ve gerekse bestekâr olarak, sazende ve hanende hekimlerimizin payı çok büyüktür. Genç meslektaşlarımızın bu hakikati dikkate alarak, hekimlik mesleğini çok iyi bir şekilde icra etmelerinin yanında, sanatsal faaliyetlere de iştirakleri çok ehemmiyet arz etmektedir.
Millî kültürümüz ve geçmişimiz, geleceğimizin hazırlayıcısı, emniyeti, teminatı ve müjdecisidir. Geçmişine dayanmayan gelecekler, dejenerasyona müsait, ömürsüz ve her türlü maceraya açık olur. Bir Rus Atasözü; "Her şeyini geçmişin üzerine bina edersen bir gözünü kaybedersin. Ancak geleceğini planlarken, geçmişini, tarihini ve kültürünü unutursan, her iki gözünü de kaybedersin." der. Tarihini, kültürünü iyi bilenler, yaşayanlar, tarihten ve hayat okulundan gereken dersi ve tecrübeyi almış olanlar, yarınlarını büyük yanlışlar yapmadan planlayabilirler. Bu nedenle, milli kültür mirasımıza azami derecede önem vererek sahip çıkmalı, bu düşünce ve idealleri gençlerimize mutlaka aktarmalıyız.
Ülkeleri ve milletleri uzun vadede güçlü, dayanıklı, sözü dinlenir ve sarsılmaz kılan sadece ekonomik üstünlükleri değil, aynı zamanda da kültürleridir. Asaleti ve bütünlüğü oluşturan millî kültür ve geleneklerine sırt çeviren, onları hakir gören toplumlar asla söz sahibi olamazlar, saygınlık kazanamazlar ve uluslararası platformda bellerini doğrultamazlar. Millî kültür, millet olmanın temel şartıdır. Ondan uzaklaştıkça, millet ve devlet olma özelliğimiz zaafa uğrar, yabancı ideolojiler, yabancı kültürler, açık pencere ve kapılardan topluma sızar ve gençleri rahatlıkla etkisi altına alır.
Millî kültürümüzü ayakta tutan en önemli temel taşlardan biri, "KLASİK TÜRK MUSİKİ" mizdir. Fakat ne yazık ki Türk Musikisi, özellikle Cumhuriyet Döneminde üvey evlat muamelesine maruz kalarak, yeterli ihtimam ve alakayı görmemiştir. Bu çerçevede, Konfüçyüs’ün musiki ile ilgili çok ünlü bir sözünü hatırlatmak istiyorum. "Bir toplumun müziği bozulmuşsa, o toplumda pek çok şeyin de bozulmuş olduğuna hükmetmek gerekir."
Tahir Aydoğdu’nun ifadesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, "Enderun" denen saray okulunda çöküntü, çözülme, özelliğini kaybetme, ciddiyetsizlik ve fonksiyonunu yitirme başlamıştı. Yüzyıllardan beri kökleşerek gelişen, sağlam temellere oturan bu kuruluşu restore etmek, eski özelliğini geri vermek kimsenin aklına gelmemiş, körü körüne Batı’ya bağımlılık gösterilerek dağılıp gitmesine göz yumulmuştur. Oysa ki Batılılaşma ve çağdaşlaşma, kendi öz değerlerinin de çağdaş düzeyde korunması ve yaşatılmasıdır. 1908’den sonra da "Enderun Okulu" kesin olarak kapatılmış, Musiki Bölümünün adı "Mızıka-i Hümayun" olmuş, ve Mızıka-i Hümayun ise, daha çok Batı müziğine önem vermiştir.
"Maarif Nezareti", 1914 yılında İstanbul’da "Darülelhan" (Nağmelerin evi) adıyla bir Devlet Konservatuarı açmış ve musiki bölümünün başına da Musa Süreyya Bey’i getirmiştir. Bu kişinin ilk işi 1926’da, "Darülelhan" adının "İstanbul Konservatuarı"na çevrilip yeni kültürümüz için gereksiz olan (!) ŞARK MUSİKİSİ’nin kaldırılmasını istemek olmuştu. Akabinde de, okullardan musiki dersleri zamanın bakanı tarafından kaldırılmış ve Türk Musikisi eğitim ve öğretimi resmen yasaklanmış, hatta 1927’den beri yapılmakta olan radyolardaki yayınları da 1934’te durdurulmuştur. Bu yasak fazla sürmemiş, Atatürk’ün Savarona yatında bir akşam, yasaktan haberi olmadığını ifade ederek radyodan fasıl dinlemek istemesi üzerine, yayınlar tekrar başlamıştır.
Sırası gelmişken, Atatürk’ün Türk Musikisi hakkındaki sözlerine yer vermek istiyorum. Bu sözleri nakleden, de Riyaset-i Cumhur Fasıl Heyeti’nin 15 sene şefliğini yapmış, Atatürk ile devamlı görüşen Binbaşı Hafız-ı Kur’an Yaşar Okur’a aittir. "Atatürk, her millî varlığa olduğu gibi, millî musikimize de büyük bir önem vermişlerdi. Özellikle, Klasik Türk Musikisi’ni çok severdi. Atatürk, Türk Musikisi’ne bağlı idi, hatt’a onun aşığı idi. Bugünkü Türk Mûsıkîsi’ni canlandıran, Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’ün Türk Mûsıkîsi’ne candan gösterdiği ilgidir ki bu sayede, hâlen Türk Mûsıkîsi her yerde rağbet görmektedir
"
Ancak, "Bizim Musikimiz"in halen, yeterli düzeyde, gerek toplum ve gerekse devlet organları tarafından desteklenmediği, ilgilenilmediği ve üvey evlat muamelesi gördüğü kanaatinde olduğumu da, açık yüreklilikle ifade etmek isterim.
Bütün bu düşünceler, 9 Nisan 2010 Cuma günü, Atatürk Üniversitesi Oditoryumu’nda, Aziz Dostum ve Muhterem Kardeşim Udi Mustafa Fatih Salgar Beyefendi yönetiminde, ve Mevlâna, İsmail Dede Efendi, Sadullah Ağa, III. Selim, Şeyh Galip, Hafız Post, Mustafa Itri, Yusuf Nabi ve Hacı Arif Bey’lerin manevi himayelerindeki "İstanbul Devlet Klasik Türk Musikisi Korosu"nun "Cumhuriyet Döneminde Türk Musikisi" adlı Konserini izlerken aklımdan geçti ve siz okuyucularımla paylaşmak istedim.
Yahya Kemal Beyatlı’nın tespiti ise her şeyi özetliyor:
"Çok insan anlayamaz eski mûsikîmizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden."