- – Prof.Dr. Yusuf Orhan’ın anısına –
1986’nın temmuz ayının son günüydü. İstanbul Tıp Fakültesinden yeni mezun olmuştum. O, iç hastalıkları endokrinoloji bölümünde uzmandı. Bana eğitimim sırasında hem hayat, hem hekimlik adına çok şey öğretmişti. Seslendi… “Çağatay, akşam gidiyoruz. Yemeğe. Altıdan sonra benim odada ol.”
O zamanlar o da bekardı… Vaktimiz çoktu… Beyoğlu Krepen’e oturduk… İkimizdik… Biraz muhabbetten sonra laf lafı açtı… Ne yapmayı planladığım, mecburi hizmet, hayattan beklentiler… Konuştukça konuştuk… Muhabbetin en derin yerinde gözlerimin içine bakarak, “Çağatay, sana bir hikaye anlatacağım…” dedi. Devam etti… “Bugün hekim oldun… Bir doktor olarak hayata atılıyorsun… Bu öykü sana benim mezuniyet hediyem olsun…” Sonra yavaş yavaş anlatmaya başladı… “Gerçekte bu bir Özbek masalı… Sevda hikayesi… Dinle…
Yıllar önce Özbekistan’da bir yerlerde genç ve güçlü bir sultan yaşarmış… Uçsuz bucaksız toprakların hakimi… Sultan’ın kendine sırdaş edindiği, kendine akran bir de seyisi varmış… Onu severmiş… Sık sık onunla muhabbet eder, at gezintilerine çıkarmış… Belki de kendine en yakın bulduğu kişi seyisi imiş… Mutlaka haftada bir iki kez onunla yarenlik yapar, uzun uzun sohbet edermiş…
Günler günleri, aylar ayları kovalamış… Günün birinde seyis Sultan’ın atlarının bakımını yapıp bahçede gezdirirken saray duvarının dışında dünya güzeli bir kız görmüş… Kızdan gözlerini alamamış… İlk görüşte aşık olmuş… İlk zamanlar kızı rahatsız etmekten çekinerek gizlenmiş… Daha sonra vakit bulduğu her gün o duvarın yanına gelerek kızı beklemiş… Bazen görebilmiş, bazen görememiş… Günler içinde kız da seyisi fark etmiş… Her gün görüşmeye başlamışlar… Kız da seyise karşı ilgisiz değilmiş… Sonunda Gülnare ve seyis birbirlerinden hoşlanmışlar, birbirlerini sevmişler… Her gün mutlu geleceklerinin rüyalarını kurarak bir sonraki günü iple çekmişler…
Günler sonra bir gün sultan ile seyis yine bahçede gezintiye çıkmışlar…Öykü bu ya… Sultan saray duvarının ardında birden Gülnare’yi görmüş… Çok beğenmiş… Derhal seyise kızı araştırması, kim olduğunu öğrenmesi ve tez zamanda saraya getirilmesi emrini vermiş… Seyis yutkunmuş… İlk elde bir şey söyleyememiş… Derin derin düşüncelere dalmış… Buluşma yerlerine gidip Gülnare’yi beklemeye başlamış… Gülnare geldiğinde olayı anlatmış… Sultanın kendisini beğendiğini, tanışmak için saraya çağırdığını söylemiş… Kendisinin de onu çok sevdiğini, ancak sadece bir seyis olduğunu, sultanın ona verebilecekleri karşısında kendisinin ona sevgi dolu ancak fakir bir hayat verebileceğini bildirmiş… Kararını kabulleneceğini söyleyerek yanından ayrılmış…
Ertesi gün Gülnare davet edildiği gibi saraya gelmiş, sultanın huzuruna çıkarılmış… Sultan onu beğendiğini ve kendisi ile evlenmek istediğini söylemiş… Gülnare bu teklifin kendisi için büyük bir şeref olduğunu söyleyerek sözlerine başlamış… Ancak kendisinin gönlünde başka birisinin bulunduğunu, ona aşık olduğunu, bu aşkı nedeniyle sultanı mutlu edebilmesinin mümkün olmadığını anlatmış… Sevdiği insanın seyis olduğunu bildirmiş… Sultana teklifini kabul edemeyeceğini söyleyerek kendisini affetmesini dilemiş…
Böyle bir sonuç beklemeyen sultan çok hiddetlenmiş… Kendisinin reddedilip yanındaki seyisin tercih edilmesi gururunu kırmış… En yakınındakiler tarafından ihanete uğradığı hissine kapılmış… Öfkesine hakim olamayarak derhal seyisin ve Gülnare’nin tutuklanmasını ve zindana atılmasını emretmiş… Pişman oluncaya kadar zindanda kalmalarına hükmetmiş… Onlara kendi yaşadığı acıdan daha büyük bir acı yaşatmaya kararlıymış…
Seyis ve Gülnare hemen tutuklanıp zindana atılmışlar… Sultanın emri ile birbirlerini hiç göremeyecekleri ancak haykırırlarsa güç bela birbirlerini duyabilecekleri şekilde uzak, karanlık hücrelere konmuşlar… Maksat, onlara buluşabilme imkanlarının olmadığını hissettirerek daha fazla acı çekmelerini sağlamakmış… Seyis ile Gülnare, birbirlerini hiç görmeden sadece seslerini duyurabilmek için haykıra haykıra haberleştikleri karanlık zindanda günler ve aylar geçirmişler… Birbirlerinden vazgeçmemişler… Pişman olmamışlar… Kaderlerine rıza göstermişler… Aşkları giderek büyümüş… Umutları giderek azalmış…
Yıllar geçiyor, acıları artıyormuş… Artık umutsuzluk dayanılmaz bir hal almış… Zulmün çekilmez noktaya geldiğini hisseden seyis bir gün gardiyanı çağırarak ona yalvarmış… Kendisine iki kadeh, biraz şarap ve zehir getirmesini istemiş… Sonu olmayan bu yolda canlarına kıyarak bu zulmü sonlandırmak istiyormuş… Gülnare de bu sona rıza göstermiş… Seyis, yalvar yakar gardiyanı ikna etmiş… Gardiyan hallerine acımış… Sultanın öfkesinin geçmeyeceğini, kavuşmak bir yana aşıkların bir daha gün yüzü göremeyeceklerini biliyormuş… Gardiyan, seyise istediklerini getirmiş… Seyis, şarabı ve zehiri kadehlere hazırlamış… Gardiyana dönerek yalvaran gözlerle son bir dilekte bulunmuş… “Bu kadehi alıp Gülnare’ye götür… İkimiz de kadehlerimizi bitirdikten sonra senden son dileğim, hücremin kapısını açarak beni Gülnare’nin hücresinin önüne ulaştır… Karanlıkta onu göremesem de hücresinin önünde ayak ucuna kıvrılıp son nefesimi orada vermek isterim… Bu iyiliği benden esirgeme…” demiş.
Gardiyan razı olmuş… Gülnare’ye kadehi ulaştırmış… Aşıklar içkilerini bitirdikten sonra seyisi hücresinden çıkararak Gülnare’nin hücresinin kapısına getirmiş… Seyisin yavaş yavaş başı dönmeye başlamış… Hücrenin önüne kıvrılarak sadece nefesini duyduğu Gülnare’nin yanında ölümü beklemeye başlamış… Yıllarca beklemenin ödülü sevdiğinin sadece sesi ve nefesini duymak olmuş… Seyis giderek kötüleşirken Gülnare’de hiçbir kötüleşme emaresi yokmuş… O sırada Gülnare ne olduğunun farkına varmış… Kendi şarabına zehir katılmadığını anlamış… Seyise haykırarak “Ne yaptın sen? Ne yaptın?” diyerek hıçkırıklara boğulurken yarı baygın seyisin son nefesinde dudaklarından şu sözler dökülmüş: “Unutma sevgilim… Ezelden ebede, tüm tarih boyunca hiçbir gerçek aşık sevgilisine kıyamadı…”
Yusuf Abi bu öyküyü anlattıktan sonra biraz durup soluklandı… Sonra devam etti: “Artık sen de bir hekimsin… Mesleğin senin sevgilin… En kıymetlin… Bundan sonra hangi koşullar altında olursan ol, ne kadar zor ve kötü şartlarda çalışırsan çalış göğüs germelisin… Her ne koşulda olursan ol, mesleğine kıyma…”
Prof.Dr. Yusuf Orhan’ı 2008 yılı aralık ayında genç yaşta kaybettik. Yusuf Hoca’nın anlattığı ve bana mezuniyet hediyesi olarak devrettiği bu öykü, mesleğimi yaparken sıkıldığım/bunaldığım en zor koşullarda bile bana rehber oldu. Bu öykü, benim dimağımda otuz dört yıldır yaşıyor.
Ben de bu öyküyü 2020 yılında tüm dünyayı etkileyen ve sayısız hekim, hemşire, sağlık personeli ve yardımcı personelin kaybına neden olan virüs günlerinde tüm özverilerine rağmen kıymetleri bilinmeyen, hatta “bu süreçte itibar kazanırlarsa potansiyel tehdit oluşturabilecekleri (!)” bile ifade edilebilen, ne yazık ki sağlık idarecilerinin büyük bir çoğunluğu tarafından da takdir görmeyen, hakları savunulmayan, şiddete uğrayan tüm sağlıkçılara ve bu yıl sağlık camiasına dahil olan tüm genç hekimlerimize armağan ediyorum…
23 yorum
Bir solukta tüylerim diken diken okudum. Hekimliğiniz kadar kaleminiz de çok güçlü… Saygılarımla.
Harika bir öykü… Sağlıkçılarımıza uzun ömürler versin… Allahın katında sevapları kat kat artsın…
Elinize sağlık abi
Elinize sağlık hocam. Çok güzel ve ders verici bir öykü. Bu süreçte yaşamları uğruna mesleklerini özveri ile yapan meslektaşlarımı ve sağlık çalışanlarını saygı ile anıyorum.
Bütün meslekleri hakiki aşıklar gibi kıymadan kaliteli şekilde yapılması durumunda dünyamızın CennetBahçelerinden farksız daha huzurlu ve mutluluk dolu olacağına inanıyorum herşeyin başı karşılıksız hakiki sevgi/aşk…İnsanları sevmek Yaradanı sevmekten geçiyor” Yaradılanı sev Yaradandan ötürü” anlayışının yeryüzüne hakim olması dilek ve duasıyla Allaha emanet olunuz🤲
Abi elinize sağlık. Çok güzel bir hikaye. Artık devamını da bekleriz. Saygılarımla.
Sevgili Çağatay yüreğine sağlık
Sayin hocam muhteşem bir yazı olmuş ellerinize sağlık çok teşekkür ederiz bizimle paylaştığınız icin
Sevgili Çagatay,
Yazıdan ders alınacak çok şey var,
Ne mutlu Senin gibi işini seven işine Aşık insanlara ve insanlığa değer veren, katkı sunan hekimlere,
her zaman var olun,
Yazıyı tüm ailece okuduk ve herkes çok etkilendi, ne mutlu sizlere
beynine kalemine sağlık abi…
Güzel anlatmışsınız.
Sevgili Çağatay
Bir hikaye bu kadar güzel ve duygu dolu olabilir.
Eline sağlık Çağatay
Eline kalemine saglik kardesim…
Mesleğimiz en kutsal hazinemiz. Çağataycım paylaştığın için teşekkürler ve yazı için tebrikler.
Çağatay abi, bu güzel paylaşımınız için teşekkür ederiz.
Çok teşekkür ederiz abi. Çok güzel bir hikaye.
Yıllarca beraber çalıştık, böyle bir öyküyü yeni duyuyorum. Bir solukta okunacak kuvvette bir yazımın ve tekniğin var. Çarpıcı bir son ve ders. Teşekkürler Çağatay. Devamı öykülerini şimdiden beklemeye başlıyorum…
Çağatay hocam kaleminiz çok güçlüymüş. Çok etkileyici anlatmış ve sonunu da güzel bağlamışsınız. Tebrik ederim. Başka yazılarınızı da hasretle bekleriz.
Ağzınıza ve kaleminize sağlık,
Tüm olumsuzluklara rağmen özverili bir şekilde çalışmaya devam eden tüm meslektaşlarımıza da başarı ve kolaylıklar dilemekten başka birşey gelmiyor elimizden.
Bir solukta okudum. Teşekkürler. Yaptığımız işi iş değil bir sevgili gibi görmem gerektiğini hatırlattığınız için size şükranlarımı sunarım.
İdarecinin Sesi Dergisinde “Sarı Simcalı Kadın “başlıklı makalenizden sonra “ Bir Özbek Masalı”nı da zevkle okudum.Çok etkilendim.Muhtevası itibariyle bizlere örnek ve yol gösteren ve fevkalade güzel bir üslup ile kaleme aldığınız her iki yazınızdan dolayı tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum.Yüreğinize gönlünüze kaleminize sağlık Selam sevgi ve saygılar Saffet Arıkan Bedük
Çagataycım Eline saglık çok güzel