Tarihin çok eski dönemlerinden beri Mezopotamya medeniyetine beşiklik eden Harran Ovası, ziraat ve hayvancılığı ile meşhurdur. Şanlı Urfa’ya bağlı ve “Harran Küme Evleri”[1] ile meşhur olan Harran ilçesi, son zamanlarda adını üniversiteye vermiş olmasına rağmen, başta eğitim olmak üzere çok yönden ihmal edilmiş ve geri kalmıştır. Geçmişinde büyük medeniyetleri bağrında yaşatmış olan Harran, bugün için daha mükemmel medeniyetleri inşa etme umuduyla ufuklarda doğacak şafağını beklemektedir. Hiçbir zaman umutsuzluğa düşmemek gerekir. GAP kanallarında akmaya başlayan suların, Harran’a can suyu olması umut edilmektedir.
Ceylanların ve tavşanların yaşadığı, kekliklerin uçuştuğu Harran’ın kırsalında çok sayıda koyun ve keçi sürülerine rastlanmaktadır. Harran’da fakir bir ailenin çocuğu olarak yaşayan Fırat, küçüklüğünden itibaren baba mesleği olan çobanlığı devam ettirerek büyümüştür. Babası, Fırat Nehri’ne olan hayranlığı nedeniyle ona Fırat adını vermiştir. Çok sayıda peygamberin gönderildiği Mezopotamya’da dürüstlük ruhuyla yaşayan babası, çocuklarına hep temiz, dürüst ve güzel ahlakla yaşamalarını, insan haklarına kesin bir çizgiyle saygılı olmalarını tavsiye ederdi. Fırat, Harran Ovası’nda kışın akan ve yazın kuruyan derelerin kenarlarındaki taşlıklarda çobanlık yaparken bir kenarda oturur, kaval çalar, yanık yanık türkü söylerdi. O, akrabalarından hanım bir kızla evlenir, çoluk çocuk sahibi olur, fakir ama kanaatkâr ve mutlu bir aile hayatı yaşardı.
Fırat, çoban olur ama kardeşi Zana’nın çoban olmasını istemez ve onu, okuması için Şanlı Urfa’daki Öğretmen Lisesine gönderir. Zana, okulu bitirir ve yakın köylerden birine öğretmen olarak atanır. Fırat, kardeşini de akrabalardan bir kızla evlendirir. Zana, hanımını alıp görev yaptığı okulun lojmanına yerleşir ve orada rahat bir hayat sürdürür. Maaşı olduğu için karısına ve yeni doğmuş oğluna iyi bakar.
Zana’nın yokluktan gelmiş olan hanımı, kendini birden hali vakti iyi bir öğretmen hanımı olarak görünce çevresindekileri, ailesindeki yakınlarını küçük görmeye başlar. “Sonradan görme” diyorlar ya! İyi bir aile kültürünü almayan, bu nedenle onurlu bir kişilik sahibi olmayan bazı insanlar, yokluktan sonra varlık içerisine düşünce şımarmakta, geçmişlerini unutmakta, başkalarını hor görmekte ve kendilerini onlardan üstün görmeye başlamaktadırlar.
Zana, bir bayram tatilinde hanımını ve küçük oğlunu alır, yakın akrabalarıyla bayramlaşmak için köyüne gider. Hanımı, oğlunun yiyeceklerini ve özel eşyalarını bir çantaya koyarak beraberinde götürür. Zana ve hanımı birkaç gün aile büyüklerini ziyaret eder, akrabalar arasında dolaşırlar. Bir gün hanımı, kayınbiraderi Fırat’ın evine gider. Fırat’ın hanımı onu hoş karşılar ve imkânlarının el verdiği ölçüde onu çok iyi ağırlar.
Zana’nın hanımı, çantasında taşıdığı pirinç torbasını çıkarır ve bebeğine tavada pirinç pilavı yapar. O zaman her evde pirinç bulunmazdı. Sadece zenginlerin ve ağaların evinde pirinç pişerdi. Bazı fakirler, sadece pirincin adını duyarlardı. Zana’nın hanımı, oğlunu çok özel yetiştirdiği için yanında küçük bir torbada pirinç bulundurur ve gittiği yerde oğluna pirinç pilavı yapardı. O, yaptığı pirinç pilavını açık bir tabağın içine koyup soğutuyordu. Fırat’ın, Brindar adında 3-4 yaşlarındaki oğlu, yengesinin karşısında oturmuş, “Acaba yengem bana da iki kaşık pirinç yedirir mi?” diye düşünüyor ve onu iştahla seyrediyordu. Pirincin içinde siyah bir taş kadının gözüne ilişmişti. Kadın kaşığın ucuyla o siyah taşı almış, karşısında oturan Brindar’a vererek “Al şunu dışarıya at ve kaşığı bana getir!” demişti. Çocuk dışarı çıkınca pirincin içindeki siyah taşı eliyle almış ve kaşıktaki 3-5 pirinç tanesini de yemişti. Çocuk ömründe ilk defa pirinç yiyordu. Çocuk ya! Kaşıktaki pirinçleri yerken bir pirinç tanesi onun burnunun ucuna yapışmıştı. İçeri dönüp kaşığı amcasının karısına verince kadın onun burnuna yapışmış olan pirinç tanesini görmüş. Çocuğa yüksek bir sesle, “Kaşıktaki pirinç tanelerini yedin değil mi? Sen ne kadar terbiyesiz bir çocuksun” diye bağırmıştı. Bu manzara karşısında çok üzülen Fırat’ın hanımı, eline bir sopayı alarak oğlu Brindar’a iyi bir dayak atmış ve canı yanan çocuk, ağlayarak dışarı fırlamıştı.
Bu olay, Brindar’ın vücudundaki bütün kemiklerine, iliklerine, hücrelerine işlemişti. Çocuk öyle bir etkilenmiş ki yetmişinde bile, “Bir Pirinç Tanesi” diye düşünür hâle gelmişti. O, bu ve benzeri acı olaylardan çok etkilendiği için kendini okumaya vermiş, sürekli kitap okumuş. Memleketinde ilkokulu bitirdikten sonra Şanlı Urfa şehir merkezinde ortaöğrenimine devam etmişti. Kalacak yeri olmadığı için Balıklı Göl’deki caminin hücrelerinde kalarak, kuru ekmekle beslenerek tahsilini sürdürmüştü. Zaman gelmiş Brindar, Harran Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Profesör olmuş ve aynı fakültede uzun süre idarecilik yapmıştı.
Brindar emekli olup yetmiş yaşını aşmış amma hâlâ “Bir Pirinç Tanesi” olayı onun zihninde tazeliğini korumaktadır. O, ömründe ilk yediği 3-5 pirinç tanesinin tadını ve bu yüzden rahmetli annesinden yediği dayağın acısını hâlâ dün olmuş gibi hatırlamaktadır.
İnsanlar için eğitim, ahlak ve şahsiyet çok önemlidir.
Anahtar Kelimeler: Pirinç tanesi, Harran, eğitim, acı hatıra.
[1] “Harran Küme evleri”, harcında gül yağı, saman, pişmiş toprak ve yumurta akı kullanılan, mimari yapısı ve malzemeleri sayesinde de yazları serin, kışları sıcak tutma özelliğine sahip evlerdir. Bu evlerin içi, aşağıdan yukarıya doğru gittikçe daralmaktadır ve yüksekliği içeriden 5 metreye varmaktadır. Bu evler, içeriden ve dışarıdan balçıkla sıvanması sayesinde 200 yıldan bu yana varlıklarını bugüne kadar sürdürebilmişlerdir.
2 yorum
Buram buram Anadolu kokan ilham verici bir öykü.Kaleminize sağlık.
Yazımı okuduğunuz için, sizlere teşekkürü borç bilirim. Saygılarımla efendim.