Bazı sosyal yırtıcı canlılarda gözlenen, türün bireylerinin işbirliği içinde avlanmasına Sürü Avı (Pack hunting) denir. Sürünün gücüyle av daha kolay ele geçer, yaralanma gibi riskler en aza indirilir ve sonuçta her bireyin karnı doyar. Daha can bedenden çıkmadan karaciğeri aslanın midesine inen kurbanın çaresiz bakışı içimize işler. Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağını gösteren Sevr Anlaşması haritası da bu sürü avı sahnelerine çağrışımlar taşır. Sürü avından sağ çıkmak pek olası değildir. Nitekim bu bilindiğinden, o meşhur haritaya çok az sorumlu kişi itiraz etmiştir, ve en başta gelen isim de kuşkusuz, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür. O ve silah arkadaşlarının önderlik ettiği Milli Mücadele süreci Büyük Taarruz ile en belirleyici aşamasına ulaşmıştır. Ege ve Marmara bölgesini işgal altında tutan Yunan ordularına karşı planlanan Büyük Taarruz 26 Ağustos 1922 tarihinde başladı ve İzmir’in kurtarılması ile 9 Eylül 1922 tarihinde sona erdi. Onu izleyen süreçte Doğu Trakya, Boğazlar Bölgesi ve İstanbul diplomatik yollarla geri alındı. Pek çok Avrupa ülkesinden daha geniş bir alana yeniden bayrak dikmemize ve İstanbul gibi bir şehri savaşmadan kurtarmamıza yol açan Büyük Taarruz ile ilgili gerçekleri daha iyi bilmemiz gerekmektedir. Bu bağlamda, geçmişte yapılan öznel değerlendirmelerin eleştirisi kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
Bir Psikobiyografi Kitabı: “Ölümsüz Atatürk”
Prof. Dr. Vamık Volkan (1932), temel tıp eğitimini Ankara Ün. Tıp Fakültesi’nde aldıktan sonra ABD’ye yerleşen ve uzun yıllar psikiyatri alanında hizmet veren aslen Kıbrıs Türk’ü bir hocamızdır. Psikiyatride temel yönelimi psikanalitik kurama dayanan Vamık Volkan politik psikoloji alanında pek çok yapıta imza atmıştır. Ülkemizde de pek çok eğitim ve konferans veren Vamık Volkan, çalışmaları nedeniyle Nobel Barış Ödülü’ne de aday gösterilmiştir. Vamık Volkan ve Norman Itzkowitz’in ortak yazar oldukları bir kitap vardır ki, biz Türkler için ayrı bir önem taşımaktadır: Ölümsüz Atatürk. Bildiğimiz kadarıyla bu kitap Gazi Mustafa Kemal Atatürk hakkında yazılmış ilk ve tek psikobiyografi çalışmasıdır (1). Kitapta psikanalitik bir bakış açısıyla Mustafa Kemal’in yaşamı toplumsal ve tarihsel olaylar içinde değerlendirilmiştir. Mustafa Kemal’i “onarıcı narsistik kişi” ilan eden yazarlar bazı eleştirilerle karşılaşmışlardır. Bu yazımızda, temel bir sorunsal teşkil eden bu ana konu başka bir yazıya bırakılarak, kitabın Türkçe baskısının “Ordular, İlk Hedefiniz Akdeniz’dir! İleri!” başlıklı 16. Bölümünün, 257. sayfasında yer alan değerlendirmeler irdelenecektir.
Volkan ve Itzkowitz kitabın bu bölümünde Milli Mücadelenin Büyük Taarruz aşamasını ele almışlardır. Bir noktada şöyle derler: “…Ayrıca, bu planda gözlenen saldırganla özdeşleşme olgusu102 ve Mustafa Kemal’in düşmana en güçlü noktasından saldırma düşüncesi, onun kişilik yapısıyla da uygunluk içindeydi: Herkesi şaşkına çevirecek parlak bir başarı elde edecekti.” Dipnotta ise şu ifadeler yer alır: “102Saldırganla özdeşleşme kavramı ilk olarak Anna Freud (1936) tarafından tanımlanmıştır. Özdeşleşme, bilinç dışı bir zihinsel süreçtir ve bir birey özdeşleşme vasıtasıyla bir ya da birkaç açıdan diğer kişi gibi olur. Bireyin daha önce kendisine karşı saldırgan bir tutum göstermiş bir kişiyle özdeşleşmesi, bireye o saldırgan gibi olma yeteneği kazandırır ve onun dış dünyadaki sorunlarla başa çıkma kapasitesini artırır.” Henüz bir uzman hekim iken okuduğum bu satırlara duraksama ile mim koyduğumu anımsıyorum. Bütün bir ulusun ölüm kalım savaşının kaderi Başkomutanın bilinçdışından kopup gelen bir savunma mekanizmasına mı bağlıydı yani? Bu nedenle gereksiz can ve mal kaybı mı yaşanmıştı yoksa? Devam edelim, bütün bu ölüm kalım ortamında Mustafa Kemal şan şöhret peşinde mi koşuyordu? Şimdi bütün bu kavramlar ve yorumlar üzerinde duralım.
Tarih Araştırmaları Işığında Afyon’un İşgali, “Sad Taarruz Planı” ve Büyük Taarruz
Afyon, Sakarya Meydan Muharebesi (22 Ağustos – 13 Eylül 1921) öncesinde Yunan ilerleyişi sırasında 13 Temmuz 1921 tarihinde işgal edilmiş ve Büyük Taarruza kadar Yunan güçleri elinde kalmıştır. Sakarya Meydan Savaşı sonrası savunma hattına çekilen Yunan güçlerinin kesin yenilgiye uğratılması için Batı Cephesi Komutanlığı tarafından “Sad Taarruz Planı” hazırlanmıştır. Söz konusu plana göre; kış mevsimi başlamadan Yunan ordusu Eskişehir-Afyon cephesinde iki kolordu ile tespit edilecek ve 1’inci Ordu ile güneyden Afyon-Uşak hattına katî neticeli bir taarruz yapılacaktır (2). Plan, adını haberleşmede gizliliği sağlamak amacıyla yazışmalarda kullanılan Osmanlı alfabesindeki (Sad) harfi işaretinden almaktadır. Bu planla ilgili ilk yazışmaların Ekim1921 tarihinde başladığını görüyoruz (2). Ordunun hazırlık sürecinde Sad planı yetkinleştirilecek ve aynı temel ilkelerle Büyük Taarruz sırasında uygulanacaktır. Zaman sıralamasından anlaşılacağı gibi düşman Afyon’u yeni ele geçirmiş, Sakarya Meydan Muharebesi yeni bitmiş ve Afyon bölgesi henüz berkitilmiş bir mevki değilken, Sad Taarruz Planı masanın üzerindedir.
Peki, “Sad Taarruz Planı” kime aittir? Mustafa Kemal, 4 Ekim 1922 günü TBMM’de yaptığı konuşmada, söz konusu taarruz planının Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak tarafından hazırlandığını şu sözlerle açıklıyordu: “…Efendiler; taarruzumuz, öteden beri Erkânı Harbiyei Umumiye Reisi Paşa Hazretlerinin pek derin ilme ve vukufa ve pek derin feyiz ve tecaribe müsteniden ihzar ettiği plân dâhilinde vuku bulacaktı. Bu plân, düşman ordusunu kaçırmak için değil, fakat tutup boğmak esasını ihtiva eden bir plândı.” (3).
Kuşkusuz, Sad Taarruz Planı’nın ilk taslağının hazırlanıp uygulanmasına kadar geçen sürede Yunan güçleri Afyon bölgesini zaaflarını dikkate alarak berkitip güçlendirmişlerdir. Ancak, kaynaklardan açıkça anlaşılacağı üzere, Türk tarafında Yunan cephesinin en güçlü olduğu yere saldırmak gibi bir amacı hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Saldırı bölgesinin zafer vaat eden özellikleri yabancı kaynaklar tarafından da kabul edilmektedir (4). Amaç kesin zaferdi, ve sonuç da öyle olmuştur.
Yukarda belirtildiği üzere, Sad Taarruz Planı’nı hazırlayan isim Mareşal Fevzi Çakmak olduğuna göre, yazarlar Volkan ve Itzkowitz’in konuyla ilgili bütün bilgi ve yorumlarının geçerli olmadığı anlaşılmaktadır. Aslında bu yazıyı burada bitirmek mümkün, ancak elimizde dikkatinize sunduğumuz tarihsel kaynaklar bulunmasaydı, ruhbilimsel açıdan Volkan ve Itzkowitz’in yorumları geçerli olabilir miydi, bunun değerlendirmesini de aşağıda bulacaksınız.
Anna Freud’a göre “Saldırganla Özdeşim”
Psikanalitik kurama göre, savunma mekanizmaları rahatsızlık veren iç veya dış uyaranlara karşı ruhsal gerilimi azaltmaya yarayan bilinçdışı psikolojik süreçlerdir. Her insanın zaman zaman başvurduğu savunma mekanizmalarının bazı ruhsal rahatsızlıklarda aşırı derecede kullanıldığı görülmektedir. Gelişkin oldukları kabul edilen yüceltme, mizah ve dayanışma gibi savunma mekanizmaları ise sağlıklı süreçlerle ilişkilendirilmektedir.
Saldırganla özdeşim, psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un kızı Anna Freud’un 1936 yılında yayımlanan yazısı “Identification with the Aggressor” başlıklı yazısı ile tanımlanmıştır (5). Anna Freud’un yazısı çocuklarla yaptığı çalışmalara dayanmaktadır. Saldırganlıkla karşılaşan ve yaşadığı güç dengesizliği nedeniyle kendini savunamayan çocuk iç dünyasında büyüyen travmatik yaşantıyı kontrol altına almak için saldırganla özdeşime gitmektedir. Anna Freud’a göre bu mekanizmanın temel işlevi kaygıyı gidermektir. Çocuk biriken duyguyu ya oyuncağına, ya bir canlıya, ya da kendisinden zayıf başka bir başka çocuğa yöneltmektedir. Taraflar arasında güç dengesinin olduğu durumlarda saldırganla özdeşimin gelişmeyeceği açıktır. Anna Freud da, saldırganla özdeşimin otorite ile karşı karşıya gelinip kaygı yaşandığında kullanılan bir mekanizma olduğunda normal kabul edilmesini önerir ve erişkin yaşamında kullanılmasının patolojik sonuçlar doğurabileceğini söyler (5). Bütün bu bilgilerden anlayacağımız, patolojik bir durumun yeni patolojik durumlar yaratması nedeniyle saldırganla özdeşim gelişkin olmayan (immatür) bir savunma mekanizmasıdır. Anna Freud’un olgu örnekleri içinde yer almıyor olsa da, travmatize olanın daha sonra travmatize etmesinde saldırganla özdeşim mekanizması rol oynamaktadır. Bu nedenle, çocuk istismarı suçlularının geçmişlerinde istismara uğrama öyküsü nadir değildir.
Sandor Ferenczi’ye göre “Saldırganla Özdeşim”
Bu konu açılmışken saldırganla özdeşim olgusunu Anna Freud’dan önce farklı bir bakış açısı ile ele alan Macar psikanalist Sándor Ferenczi’yi anmamak olmaz. 1933 yılında yayınlanan yazısında Ferenczi (6), saldırganlıkla karşılaşan çaresiz kurbanın saldırgana minnet ve bağlılık duyduğu özel bir durumdan bahseder. Bu, saldırganın isteklerini karşılayıp biat ederek “ben de senin gibiyim, ben de sendenim” diyen farklı bir özdeşleşme durumudur. Sonraki yıllarda Nazi toplama kamplarından edinilen izlenimler, travmatize olan kurbanların kendi istekleriyle nasıl saldırganların kölesi gibi davrandığını gösterdi. Kamuoyunda “Stockholm Sendromu” olarak bilinen, 1973 yılında gerçekleşen bir banka soygununda rehin alınan tutsakların özgür kaldıklarında saldırganlara yoğun minnet ve sevgi duymasının dinamiğinde de saldırganla özdeşim yer almaktadır.
Tartışma
Saldırganla özdeşim denildiğinde düşünürlerin tanımlarında yer alan farklılıkların travma/stres yaratan duruma verilen farklı tepkileri yansıttığını düşünmek olasıdır. Açıkça görülmektedir ki, özgün kaynaklar, Volkan ve Itzkowitz’in dipnotta belirttiklerinin aksine, saldırganla özdeşimin davranışsal sonuçlarını sağlıklı bulmamaktadır. Tanımlarda ortak olan özellik, saldırgan ile savunma durumunda olan nesne arasındaki belirgin güç dengesizliğidir. Saldırgana gerekli ve az çok dengeli karşı çıkma tepkisinin verilemeyişi kaygıyı artırarak saldırganla özdeşimi tetiklemektedir. Birbiriyle mücadele halindeki orduların durumunda bu özelliğin mevcut olmadığı kolayca fark edilebilir.
Hemen anlaşılacaktır, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının tepkilerinde Sándor Ferenczi’nin belirttiği türde bir boyun eğme, biat etme söz konusu değildir. Kalıyor geriye Anna Freud tanımına uyan bir özdeşim varsayımı… Savaşlar dünya kaynakları için rekabetin en yırtıcı halini yansıtır. Bu kıyasıya rekabet sürecinden saldırganla özdeşim geliştirip onun yaptıklarını yaparak değil, yapmadıklarını yaparak başarılı çıkmak olasıdır. Onun için savaşlar hep yeni buluşların, yeni tekniklerin doğum zamanı olmuştur. İnsan beyninin en yüksek kortikal işlevlerinin seferber edildiğini anlıyoruz buradan. Mustafa Kemal’in Sakarya Meydan Muharebesi sırasında kullandığı Yunan tarafını şaşırtan alan savunması doktrini bu bağlamda güzel bir örnektir. Büyük Taarruz sırasında cephe odağının daha önce kuzeyde geçen Türk-Yunan savaşlarından farklı olarak güneye kaydırılması da aslında bir özdeşimden söz edilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Büyük Taarruz’un en önemli özellikleri arasında savaşları bitiren savaş olması ve barışı tesis etmesi gelmektedir. Bilinçdışında özerk hareket eden bir savunma mekanizması bulunsaydı sürekli çatışma arayışı içinde olacağı açıktır.
Bir diğer gerçek, savaşılan Yunan ordusunun bırakın rakip orduyu, dışardan bakan bir gözlemci için bile örnek alınacak bir özelliğinin bulunmamasıdır. Sakarya Meydan Muharebesinde görüldüğü gibi, Yunan Ordusu amacı belirsiz bir harekatla Anadolu bozkırında ilerlemiş, hem kendi askerine, hem de Türk halkına anlamsız ve unutulmaz zararlar verdikten sonra siperlerine çekilip kalmıştır. Harekatın boşuna geliştirildiği Yunan II. Kolordusu Komutanı Prens Andrew’un “Felakete Doğru” kitabında çok iyi anlatılmıştır (7).
Mutlaka altı çizilmesi gereken bir diğer nokta da, karşısında Milli Mücadele verilen baş saldırganlarının İtilaf Devletleri olduğudur. Yunan Ordusu dünya savaşına katılmamış zinde bir güç olarak emperyal ülkelerin yaptırım aracı olarak kullanılmıştır aslında. Mustafa Kemal söz konusu baş saldırganların olumsuz tutumlarıyla özdeşim içeren hiçbir davranış göstermemiş, onların tam karşılarında durarak dünya halklarına mücadele örneği olmuştur. O noktada bile daima savaşı değil, barışı aramıştır.
Sonuç olarak elimizdeki bütün tarihsel ve psikolojik bilgiler Volkan ve Itzkowitz’in Büyük Taarruz ile ilgili değerlendirmelerinin, iyi niyetle yapıldığını düşünsek bile, geçerli olmadığını göstermektedir. Bu yazıyla, kitabın yayımlanmasının üzerinden hayli zaman geçmiş olmakla birlikte öznel yorumlara uygun bir yanıtın verilmesi amaçlanmıştır. Son olarak, Büyük Zafer kime aittir, bunun yanıtını da Mustafa Kemal’in Söylev’de yer alan sözlerinde bulalım: “…Her evresiyle düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu savaş, Türk ordusunun, Türk subay ve komutanlarının, yüksek güçlerini ve kahramanlığını tarihte bir daha saptayan ulu bir yapıttır. Bu eser, Türk milletinin özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz anıtıdır. Bu yapıtı yaratan bir milletin çocuğu, bir ordunun Başkomutanı olduğumdan, sonsuza değin mutluyum.”
Bilgilerinize arz olunur…
KAYNAKLAR
1. Volkan, V. D., & ve Itzkowitz., N. (1998). Ölümsüz Atatürk. Bağlam Yayınları.
2. Özlü, H. (2012). Arşiv Belgelerine Göre, Büyük Taarruz Öncesi, “SAD Taarruz Planı” ve Mustafa Kemal Paşa’nın Genel Taarruz Planınının Analizi. Büyük Taarruzun 90. Yılında Uluslararası Milli Mücadele ve Zafer Yolu Sempozyumu, Uşak.
3. “Büyük Zafer Hakkında 4 Ekim 1922 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşma”, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I., (1997)., Ankara.
4. Öksüz, H., & Köse, İ. (2017). Amerikan Arşiv Vesikalarında Büyük Taarruz. Türkiyat Mecmuasi, c.27/2, 207-238.
5. Freud, A. (1937). The Ego and the Mechanisms of Defence. London: Karnac Books.
6. Ferenczi, S. (1933). Confusion of tongues between adults and the child. In M. Balint (ed.), Final Contribution to the Problems and Methods of Psychoanalysis, E. Mosbacher, trans. London: Karnac Books, 1980.
7. Andreas, Prens. (1932). Felakete Doğru. Askeri Matbaa, İstanbul.
1 yorum
ABD, 19.yüzyılın ikinci yarısına doğru Osmanlı ile diplomatik ilişki kurmuş ve 2000 misyoner okulu, hastaneler, arkeolog vb. kılıkta ajanları ile parçalanması kaçınılmaz görülen imparatorluktan pay kapma yarışına girmiştir.
Tasarımını Başkan Wilson’un yaptığı Sevr ile aracına eriştiğini düşünmüş, Atatürk’ün Sevr’i çöp sepetine atmasıyla hayalleri suya düşmüştür. Bu nedenle Lozan’ı imzalamamış ve Atatürk’ü “en büyük düşman” ilan etmiş, o zamandan bu yana Atatürk’ü ve onunla özdeşleşen Kemalizm’i itibarsızlaştırmak için çalışmaktadır. Bu konuda birçok kitap yazdırmıştır. Örneğin, Graham Fuller’in “Yeni Türkiye”, S. Huntingthon’un “Medeniyetler Çatışması” kitaplarında bu işlenir. Bu amaçla Türk bilimcilerden de yararlanmakta ve onlara kitaplar yazdırmakta. Bunlar arasında çok bilinenler arasında Şerif Mardin, Taner Akçam, Halil Berktay’ı sayabiliriz. Vamık Volkan da bunlardan biridir ve bu kitap CIA tarafından yazdırılmıştır. Sayın Prof. Sabuncuoğlu, kitabı çok iyi çözümlemiştir. Amaç Atatürk’ü övüyor gibi görünerek okuyucunun “aslında birçok psikolojik sorunu olan, basit bir kişi olarak algılamasını sağlamaktır”
Sayın Sabuncuoğlu’nu kutlarım…