Din yeryüzüne Allah’ın bir istikamet verme projesidir. İslam dinin niteliği, bir ahlak projesi olmasıdır. Amacı ise yaşanabilir adil bir dünya kurmaktır. Bu din projenin yürütülmesinden ise insan sorumludur.
İslam dini akla hitap eder. Aklı olmayanın dini yoktur. Akıl önce inanır, sonra kalbe talimat verir. Kalp beyinden aldığı emirleri eylemlere yansıtır. Desene duygudan uzak sade zihinlerde kaleler kurmak, felaket getirir. Bunun için iman önce beyinden kalbe iner, sonra duygulara dokunarak eyleme geçer.
Din, insanlar arasında kolektif bilinci artırarak, insanları ortak eylemlere yönlendirir. Bunlardan namaz, oruç ve hac gibi toplu ibadetler, bir kollektif kimlik oluşturma projeleridir. Din iç hukukumuzun yanında dış hukukumuzu da tanzim eder. Allah ile kul arasındaki ilişkiler dinin inanç boyutunu tevkifi alanını ifade eder. Bu alan taabbudi olup bu alana ziyade bidat sayılır.
Keza din insanın dış hukuk alanını da tanzim eder. Yani insanın yaşamını organize eden genel ve özel ilkeler de getirir. Keza din insanlığın ortak tecrübelerini ve bilgi birikimini değerli görür. Bunun için din insanlığın var edilmesinden itibaren Şâri’in tevhid akidesi üzerine kurduğu bütün insanları kapsayan *vahye dayalı evrensel kanunlar manzumesi olarak tanımlanır. Şeriat ise insanın toplum içerisinde huzurlu bir hayat sürebilmesi için yaşadığı dönemde oluşturulan ve her an değişime açık kanunlar bütünü olarak bilinir.
Bilginler ilk dönemlerden itibaren; *Din, Millet, İslam, Şeriat ve Fıkıh* gibi kavramlara aynı anlam yükleyenler olduğu gibi ayrı anlam yükleyenler de bulunmaktadır. Tarihten günümüze bu kavramlarda birliktelik sağlayamadığımız için Müslümanlar arasında bu *kavramlar savaşı, maddi savaştan daha büyük* yaralar açmıştır.
Bilginler arasında “iman ve amel tartışmaları* konusunda ilk günlerden itibaren bir birliktelik sağlanamamıştır. Bir kısım bilginler “iman ile ameli birbirinden ayırmazken;* bir kısım bilginler iman ile ameli birbirinden ayırmışlardır. İman ile ameli yani “din ile şeriatı* birbirinden ayıranların başında Ebu Hanife gelmiştir.
Ebu Hanife göre eğer Allah’ın emretmiş olduğu hükümleri yerine getirmek, yasakladığı şeylerden kaçınmak din olsaydı bu durumda Allah’ın emretmiş olduğu hususlardan birini terk eden veyahut yasaklamış olduğu fiillerden birini işleyen kimse Allah’ın dinini terk etmiş ve kâfir olmuş sayılırdı. Ebu Hanife’ye göre böyle bir kişiye Müslüman muamelesi de yapılmazdı buyurmuştur.
Sonuçta Ebu Hanife *emir ve yasakları, farz ve haramları* dinin kendisi olarak değerlendirmek, itikat ve amelin ayırımını zorlaştıracak amelin de imandan olduğu fikrine götürecektir. Sonuçta Ebu Hanife Peygamberin getirdiği *dinin tek,* *şeriatların ise muhtelif* olduğu fikrini de ifade etmiştir.
İmam Mâturidi ise *iman ve amel, şeriat ile din* arasında Ebu Hanife’nin yolunu takip etmiş olduğu, şeriatı, *inançlar bütünü ve ibadetlerin özü manasında olan din ile şeriat ayrımını** yapmış olduğu anlaşılmaktadır. Vahiy, insanlığa *iman ve din konusunda hazır paket bir program sunmuşken;* şerit konusunda hazır paket bir program ve sistem sunmamış olduğu sonucuna varılmıştır. Dinin değişmeyen boyutu itikat, ibadetlerin özü ve genel ahlak ilkeleridir.
Adeta ağacın *kökleri* insanların inançlarını, *gövde* ve dalları davranışlarını, eylemlerini, *meyve* de erdemlerini ifade eder. Kök değişmez, gövde ve dallar zamanla değişebilir ki bu da şeriattır. Mâturidi şeriattaki neshi bir maslahattan başka bir maslahata geçiş olarak değerlendirir. Neshe konu olan hükümlerin ise maslahat hükümler olup pratikteki ameli hükümlerdir. Dinin ameli boyutunu ifade eden şeriat, insanın maslahatı dikkate alınarak vaz edilmiştir. Sonuçta şeriatının değişiminde maslahatın esas rol oynadığı anlaşılmaktadır.
Ebu Hanife görüşüne gerekçe olarak da Allah Kur’an’da iman ile ameli birbirinden ayırmış olduğunu ifade etmiştir.(Ebu Hanife, el- Âlim ve’l Müteallim, s.1 5-17) Bunun için bazı bilginler *şeriat statik değildir, dinamiktir, din birdir, şeriat ise muhteliftir* şeklinde kitaplar yazmışlardır. Şeriat dinin kendisi değil ameli boyutunu ihtiva ettiğini söylemişlerdir. Bu bilginler şeriatların nesih edilebileceğini fakat dinlerin aynı olduğunu; Şeriatın din demek olmadığını; Dinin ve şeriatın nihai amacı dünyada saadet ahirette felah olduğunu ifade etmişlerdir.
Buhari’de şeriat kelimesi hiç geçmezken; Müslim’de bab başlığı altında bir kez geçtiğini; Şeriat dinin bedenlenmiş yani dinin ete kemiğe bürünmüş şekli olduğunu; din ile şeriat arasındaki fark, *ruh ile beden* arasındaki fark gibi olduğunu; yani din, ruha, şeriat bedene, fıkıhta bedene giydirilen elbiseyi dikmeye benzetmişlerdir. Desene tarihten günümüze *ihtilafın kaynağını vahyin değişmeyen* veya *değişebilen alanlarının* belirlenmesi, ihtilafın odak noktasını oluşturduğu sanılmaktadır.
Kur’ân bize bilginin verildiği coğrafyayı değil, temsil ettiği hakikatin pesinde olmamızı emreder. Öyle ki maturidi düşünce felsefesi bunu veciz bir şekilde şöyle dile getirmiştir. İmam Maturidi dinin, ameli bir eylem olmadığına, akli ve kalbi bir eylem olduğuna vurgu yapar. Desene din, zihinde ve kalpte yer tutan bir karar verme ve uygulamayı harekete geçirme yöntemidir. Sonuçta din yağmur, şeriat toprak gibidir. Yağmur yağar her toprak kendi özelliğine göre ürün verir. Yağmur sabit toprak ve ürün değişkendir. Değişken ve yerel yasalara şeriat (hukuk) denilmektedir. Bu bağlamda şeriat her toplumun kendine göre değişen yasaları anlamına gelmektedir. Din ruh ise şeriat beden gibidir. Beden ölür fakat ruh bakidir. Din ile şeriat arasında pek çok farklı yorumlar yapanlar bulunmaktadır. Din ile şeriatı aynı görenler ile ayrı görenlerin tarihten bugün devam etmektedir.
Her dinin temelinde ilahi iradeyi anlama ve uygulamada bir iştirak bulunur. Dinin temel gayesi insanın ruhunun yüceltilmesidir. Din ahlaki ilkeler manzumesidir. Ahlakın da pek çok dereceleri vardır. Bu dereceler birbirinden oldukça farklıdır. Karıncayı incitmemeden tut da, Allah’ın iradesiyle kavuşmaya kadar uzanır.
Her dinin kendine özel bir ahlak prensibi vardır. Bir ahlak sistemine din diyebilmemiz için bazı ilkeleri barındırması gerekir. Bu ilkelerin ilahi olması yanında menfaatsizlik ve sadakat içermesi gerekir. Bu dinin zirvesi ise ilahi aşktır. Zira menfaat pazarında Allah için alışveriş yapılmaz. Dünya menfaatleri insanların esaretleridir.
Menfaat karşılığında dostluk kurmak dünyalık bir taleptir. Bunlar, Allah’a dost olamazlar. Menfaat elde ederek, dini ve cemaati yükseltme gayesinde olanlar; en büyük riyakâr ve günahkârdırlar. Âşık olmadan insan gibi yaşamak boş bir idealdir. Zira maşukun gölgesi aşığa düştüyse diyecek bir şey yoktur.
Dindeki her bir kural ve hükümler, aşkın kaynağından fışkırırlar. Aşkı anlamadan doğrudan doğruya kaidelere bağlanmak bir taasupçuluktur. Allah’la dostluğun ihlaldir. İslam’da kaide ve kuralcılık temel alınınca, gaflet içinde ibadet edenlerden de daha bedbahttırlar. Desene Mevlâna gibi yeri gelince aklı satıp aşkı satın almak gerekir.
Allaha götüren tek kılavuz aşktır. Aşk canını ve gönlünü onun yoluna feda etmektir. Çıplak akılla ömür boyu yaşadıkları kalıpları düşünenler, ilahi denemeden hiçbir şey anlamazlar. Tasavvuf ehli için şeriat (kanunlar) dinin kabuğunu teşkil ettiğini, özünü ise içsel kurallar olduğuna kaildirler. Bu durumda kalp ehli olanların, hal ehli olanları anlaması mümkün olamaz.
Tasavvufla şeriat birbirine paralel iki farklı yol da değildir. Tasavvuf dinin özü ve çekirdeği, şeriat ise bu ağacın meyvesinin muhafazası ve kabuğudur. Tasavvufta gaye ahlaki temizlenme iken; bugün pek çok tarikatın yozlaştığı, iktisadi amaca yöneldiği bir vakıadır. Keza pek çok tarikat ve cemaatin devletin kurumlarını istilaya yöneldiği de acı bir gerçektir. Kardeşini kendi nefsine tercih edemeyen bir tasavvuf yolcusu, düşünülemez. Saygılarımla.