Hayata çok farklı pespektiflerden bakılabilir. Bunlardan birisi de madde ve idea temelinde hayata bakmak ve konum almaktır. Bilindiği üzere idealizm, zihin ve düşünceyi merkeze alarak dış dünyanın (materyalin) ideanın belirleyiciliğinden mülhem anlam ve varlık kazandığını öne sürmektedir. Materyalizm ise bunun tersine maddeyi merkeze alarak düşüncenin ve fikirlerin maddenin bir yansıması olduğunu düşünmektedir.
Dinler genel olarak idealizm çerçevesi içerisinde değerlendirilir. Bunun temel sebebi, “Tanrı” diye isimlendirilen bir varlığın öncelikle zihinde bir idea olarak var olmasıdır. Tanrı’nın varlığı herkesin tecrübe edip deneyimlediği (bilimsel anlamda), ortak insani bilgi kategorileri içinde özneler arasılık kazanmadığı için dış dünyada ortaya konulamaz. Fakat dış dünyadaki varlık dünyası ve eşyalar müminlerin okumaları çerçevesinde Tanrı’nın farklı şekilde işaretleri (âyet) olarak görülmektedir. Bu bağlamda dış dünyadaki tüm materyaller (madde) kendiliğinden asli bir varlık olmayıp, Tanrı ile birlikte varlık ve anlam kazanırlar. Yine Vahdet-i Vücut anlayışı çerçevesinde yegane varlık Tanrı olarak tanımlanırken, dış dünyadaki eşya bu tek varlığın farklı şekillerde yansımalarıdır. Bunun dışında İslam düşünce tarihinde “maddiyyun” ya da “dehriyyun” isimli yaklaşımlar materyalistler olarak bilinmektedir.
Müslümanların “idea” yani Tanrı düşüncesinden yola çıkarak dünyayı anlamlandırmaları, aslında insan için önemli bir oranda bir krizin; anlam krizinin aşılması demektir. Çünkü insan ve dünyanın anlamını çözebilmek için bilim, dış dünyada insana bir kerteriz noktası veremez. Doğrusu bu modern zamanlarda tecrübe edilmiştir ki, bugün ulaştığımız düzeyde postmodernlik gerçekliği saptıran bir epistemolojiye saplanarak kerteriz noktasını hepten kaybetmiştir.
Fakat Müslümanlar içinde bulunduğumuz koşullarda, avantajlı oldukları bu “anlam”ı bir başlangıç noktası olarak kabul edip buradan ilerleyemediklerinden kendi imkanlarını da hovardaca ezdikleri görülmektedir. Bu da ustalıkla orkestra edilmiş bir söylemin içinde çıkarılan ikinci el tecrübeler üzerine inşa edildiklerinden, maalesef kendi zafiyet noktalarını bile tanımaktaki sorunlarını ifşa etmektedir.
Tam da bu noktada Müslümanların “materyal”i ihmal eden dört problemine değinmekte fayda vardır. Birincisi, metin ile dış dünyadaki gerçeklik arasındaki ilişkide metin merkezci bir yaklaşımla kendisini göstermektedir. Müslümanlar çoğunlukla metinden iktibaslar yaparak, dış dünyanın düzeltileceği gibi bir yanılsama içindedirler. Halbuki metin gerçekliğe dikte edilen bir söylem olmayıp, gerçekliğin imkanlarını işletmek üzere devreye girmektedir.
Kur’an-ı Kerim yani metin kendisini daha ilk başta “hüden” yani “yol gösterici” olarak tanımlar. Bunun içerikli anlamı, insanın dış dünyada muhatap olduğu eşya ile nasıl bir ilişki kuracağı konusunda bir bilgilendirmedir. Bu da dış dünyada eşyanın işleyişi ile gerçekliklerle uyumlu olmayı önermektedir. Din aslında bir şekilde dünyaya karşı (karşıt değil) bir tavır alır; bu minvalde müminleri için bir çerçeve çizmektedir. Fakat Müslümanlar sosyolojiyi ve antropolojiyi paranteze alarak aslında gerçekliği dikkate almayan bir teolojik söylem geliştirmektedirler ki, sürekli havada durmaktadır. Dağa taşa âyetleri yazarak, bunun gerçekliğini beklemek gibi tavırlar, dış dünyadaki gerçeklikler ve bunlar arasındaki ilişkiler dikkate alınmadığı için romantik kalabilmektedir. Dolayısıyla “idea” içerisine sıkıştırılmış, dış dünyada karşılığı olmayan bir söylem dolaşımdadır.
Bununla bağlantılı diğer problem Müslümanların giderek gerçeklikten kopmalarıdır. Gerçeklikten kopuş bir yandan Tanrı’dan olağanüstü şeyler beklemek, diğer yandan dış dünyanın, eşya arasındaki işleyişin kural ve ilkelerinden mesafe almak şeklinde gerçekleşmektedir. Böylece gerek yaşadığı çevrede yerel düzeyde gerekse global ölçekte insanlığın yaşadığı problemleri atlamaktadırlar.
Üçüncüsü ise, Müslümanlar insanlığın en temel sorunlarını atlarken kendilerine metnin sınırlarında “idea”da bir dünya yaratmış görünmektedirler. Yaratılan bu dünyadan gerçekliğe geçilmediği sürece ortada dolaşan söylemler, çözüm olarak önerilenlerin dış dünyadaki tekabüliyetleri açısından temsil sorunu yaşamaktadırlar. Aslında dış dünyada sorunlar, Müslümanların külli bir önerisi olmaksızın birikerek beklemektedir.
Dördüncüsü, “zihin ve ideayı madde yaratır” tezinin de en azından idea ile madde arasındaki ilişkinin dengesinde bir karşılığının olduğunu Müslümanlar açıklama biçimlerinde kullanmaktan imtina etmektedirler.
Geçmişten bugüne Müslümanların ana söylemine baktığımız zaman, “maneviyat”, idealizm” vb. anahtar kavramlar etrafında döndüğü görülmektedir. Hatta karşılıklı konuşmalarda dış dünya ve materyal üzerinde durmak, ciddi bir zafiyet olarak görülmüştür. Bu durum biraz da, modernliğin ve onun bünyesinden çıkan ideolojilerin materyalist dünya görüşlerine bir karşı çıkışı da ifade etmekteydi. Bu sebeple her alanda maneviyat merkezli söylemler daha başat konumda olmuşlardır.
Özünde ben de materyalist bir dünya görüşüne sahip değilim. Ancak Tanrı’nın yazılı olmayan dış dünyadaki “âyet”lerinin kendi içindeki ilkelerini, maddi sebeplerini; dolayısıyla gerçekliği anlamadıkça Müslümanlar Bâtınîlik zeminine doğru kaymaktadırlar.