İnsanlığın ilerlemesinde bireyleşme süreci kuşkusuz çok temel bir konum üstlendi. Geleneksel toplumlarda bireyin yerinin oldukça sınırlı olduğunu söylemek mümkün. Ontolojik olarak kolektif varlığın yani topluluğun bireylere üstünlüğü gelenek için vazgeçilmezdir. Gelenek kuşkusuz davranışın uzun zaman dilimlerinde “tekrarlanması” anlamına gelmektedir. Bu tekrarlama adeta zorunlu biçimde topluluk kimliğinin her türde birey kimliğinin üstünde olmasını gerektirmektedir. Yani kişilerin davranışları kendilerinden daha yaşlı kuşakların davranışlarının tekrarıdır ve bu tekrar, bireyi değil topluluğu ontolojik olarak üstün tutmaktadır. Hayat, dolayısıyla hiyerarşik toplulukta ciddi bir değişime yol açacak herhangi bir uzlaşmazlığa ve tartışmaya izin vermemeyi hedefleyen bir tarzda yani bireysel özerkliğe mümkün olduğu kadar kapalı biçimde işlemektedir.
Bireyleşme süreci
Modernleşme sürecinde meydana gelen ilerlemeler yani endüstrileşme, sekülerleşme ve demokratikleşme, sözü edilen geleneksel toplum hayatını önemli ölçüde çözdü. Endüstrileşme zamanla uzmanlaşmayı ve profesyonelleşmeyi gerektirdi ki, bu gelişme kolektif niteliklerin yanı sıra bireysel niteliklerin de ön plana çıkmasını gerektirdi. Benzer şekilde demokratikleşme, topluluk bağlarını ve hiyerarşik sosyal örgütlenmeleri zayıflattı ve bireye kendi yaşamıyla ilgili söz sahibi olmanın yolunu biraz daha açtı. Sekülerleşme ise geleneksel otoriteleri zayıflattı ve bireyleşme sürecini hızlandırdı. Bu üç sahadaki gelişmeler, sonuç olarak insanlar arasındaki toplulukçu bağları zayıflattı ve bireyleşme süreci hızlandı.
Bireyleşme, anlaşılacağı gibi, özgürlüğün yükselişine işaret eden süreçtir. Kendi kararlarını almada, kendi düşüncesini geliştirmede, siyasal tercihini belirlemede, ekonomik faaliyetini organize etmede, eşini seçmede, kısacası, hayatını kurmada ve devam ettirmede bireyin dışsal güçlere zorlamayla bağlanmasının iptal edilmesi olarak görmemiz gereken özgürlük, en önemli değerler arasındadır; hatta bazı yaklaşımlara göre bütün değerlerin üstündedir. Diğer bütün değerleri özgürlüğe ikincilleştiren liberalizm, özgürlüğü bir müdahalesizlik olarak anlar. Bireyin davranışlarına dışarıdan bir müdahalede bulunulmadığı sürece birey özgürdür. Müdahalesizlik olarak özgürlük, anlaşılacağı gibi, özgürlüğün negatif anlamına işaret eder. Yani müdahalenin yokluğu, bireyin kendi hayatını kurmasının yeterli koşulunu oluşturmaktadır. Bu tasavvurunun dışında özgürlüğe ilişkin farklı perspektifler (örneğin cumhuriyetçi özgürlük gibi) tarih boyunca söz konusu olsa da, uzun zamandır müdahalesizliğin özgürlük için yeterli koşul olduğu anlayışının yani negatif özgürlüğün öne çıktığı ve hakim pozisyonda olduğu bir süreci yaşıyoruz. Diğer değerleri ikincilleştiren bu özgürlük modelinin insan için bir sapmayı oluşturduğunu görme noktasındayız.
Sapma olarak bireycilik
Bu anlayışta birkaç sorun ve aslında sapma olduğu tartışmasını yapabiliriz. Bu özgürlük anlayışının savunucularının siyasal toplum önerisi oldukça araçsal ve cılızdır. Daha ziyade, Locke’la birlikte toplumsal sözleşmeye vurgu yapan siyasal toplum perspektifinin geliştiği ve bu perspektifte aslolanın siyasal düzen değil fakat müdahalesizlik olarak özgürlük olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Özgürlüğün yaşanabilmesi için bir düzen öngörüsünde bulunmak, esasında toplumsal dediğimiz “alanı” adeta bireyin özgürlüğü için araçsal olarak görmek demektir. Böyle olunca, toplumsalın işleyişinin temelindeki dayanışma, kolektif başarı, sorumluluk, işbirliği gibi “değerler” özgürlüğe ikincilleşmektedir. Örneğin, Mill’in özgürlük üstüne yazarken, dayanışma, eşitlik gibi değerleri ikincilleştirmesi o kadar dikkat çekicidir ki özgürlük dışında başka değerler gerçekten var mıdır hissini okuyucuda uyandırmaktadır. İşte bu özgürlük anlayışının dönem dönem hakim pozisyona ulaşmasının bir sapma olduğu fikrini savunmamız gerekiyor.
19. yüzyılda öne çıkan ama kısa zamanda bir sapma olduğu şüphesini uyandıran bu özgürlük anlayışı, esasında yirminci yüzyılın başlarındaki büyük krizle ve savaşlarla kendi hakkındaki bu şüphenin yersiz olmadığını kanıtlamıştı. Bir süre sesi cılızlaşan bu anlayış, 1980’lerden bu yana bir kere daha hakim pozisyona yükseldi. Bu, dönemindeki sapmanın verdiği sonuçları özellikle korona salgını sürecinde gözlemleme fırsatı yakaladık. Birlikte hareket etmeyi, birbirleri için sorumluluk almayı korona salgını dolayısıyla insanların yeniden düşünmek durumunda olduğu bir vakadır. Nasıl ki avcıyken birlikte hareket etmek, organize olmak insan için yaşamsaldı, bugün de yaşamsaldır. İnsanın “doğası gereği” en başından itibaren birlikte hareket etmek, birbiri için “sorumluluk üstlenmek” hayat için bir temel oluşturmaktadır.
Bu sebeple, liberalizmin anladığı anlamdaki bireyciliğin, insanın doğasına uzak olduğunu ve bir sapmayı oluşturduğunu söylemek doğru olacaktır. Bireyleşme sürecinin devasa bir ilerleme anlamına geldiğini kabul etmemek elbette mümkün değildir. Kuşku yok ki topluluk kimliğinin bağlayıcılıklarının zayıflaması, bireyin özgürleşmesinin önünü açmada çok belirleyici rol oynadı. Tekrar toplulukçu yapılanmalara veyahut kolektivist düzenlere dönülmesi iddiası elbette savunulabilecek bir iddia değildir. Bireyin doğuşu ve toplumda “konum” elde edişi muhakkak ilerlemenin çok merkezi noktasıdır ama toplumu bireyin özgürlüğü için araçsal bir sözleşme ürünü olarak gören ve kibri, egoizmi yücelten ve dolayısıyla dayanışma gibi değerleri özgürlüğe ikincil kılan anlayışın bir sapma olduğunu da gözlemliyoruz.
Değer olarak dayanışma
Birlikte hareket etmek, birbiri için sorumluluk taşımak tıpkı özgürlük gibi bir toplumsal değer olarak bir kere daha su yüzüne çıkmaktadır ve artık onun deyim yerindeyse “yeniden yerleşiklik kazanması” gerektiği anlaşılmaktadır. Yani kriz dönemlerinde, zor günlerde ortaya çıkan bir kurtarıcı değer olarak değil, fakat bütün zamanların asli bir değeri olarak varlığını koruması gerektiği hususunda geniş bir uzlaşının oluşacağına ilişkin işaretleri her yerde görüyoruz. Bu gelişme, özgürlüğü salt müdahalenin yokluğu olarak gören ve bu özgürlük anlayışını diğer bütün değerlere üstün tutan liberal-bireyci toplum anlayışının sakat oluşunu işaretliyor. Ancak aynı zamanda toplumu sadece çıkarların savaşım alanı olarak gören ve kolektivist yapılanmayı çözüm olarak öne süren yaklaşımın da sakatlığını gösteriyor. Bir başka ifadeyle, dayanışmanın tıpkı özgürlük gibi bir toplumsal değer olarak kendisinin geçici olmadığını yani sadece zor günlerin değeri olmadığını göstermesi, sadece bireyci liberal anlayışı yıkmıyor ama aynı zamanda mevcut toplumu savaş sahası olarak gören ve çözümü kolektivist düzende arayan anlayışı da yıkıyor.
Biyolojik evrim gereği insanın salt bencil ve şiddete eğilimli bir varlık olduğunu iddia edenler elbette işbirliğinin bir insani değer olduğuna karşı çıkacaktır. Halbuki, işbirliği ve onu mümkün kılan sorun çözmedeki dayanışma ve kolektif hareket etme özellikleri insana en başından itibaren içkindir. Evrim süreci insanın kolektif hareketini ve dayanışma sayesinde problem çözmesini zorunlu kıldığındandır ki, tarihteki büyük yeniliklerin, değişimlerin ve başarıların işbirliğinin ve büyük kalabalıkların birlikteliğinin sonucu olması şaşırtıcı değildir. İnsan devasa birliktelikleri kurabilen ve yaşatabilen varlık olması itibariyle de diğer canlılardan ayrılır.
Bu sebepledir ki, insanda adalet duygusu, karşılıklı itimat, tartışmaya açıklık gibi nitelikler saldırganlık ve bencillik gibi yönlerinden daha önemsiz değildir. Çünkü eğer öyle olsaydı, insanın muhteşem hikayesi, yani ileri düzey uygarlık inşası mümkün olmazdı. Bu hikaye yani ileri düzeyde uygarlık inşa etme hikayesi, kalabalık toplulukların, geniş kitlelerin işbirliği ile gerçekleşmiştir. Bugün de dayanışmaya ve işbirliğine çok ciddi bir ihtiyaç söz konusudur ve bu nedenle egoist bireyi kutsayan ve diğer tarafta çatışmayı asli mekanizma olarak gören anlayışların gözden düşeceğini görebiliyoruz.
Diğer bir sapma: Kolektivizm
Ne gemisini kurtaran kaptandır ne de tarih ve toplum çıkar kavgalarından ibarettir. İnsan ilerlemesinde kolektif hareket edebilme, her daim temel bir güç olmuştur. Dayanışarak, birbiri için sorumluluk alarak hedeflerini gerçekleştiren insan, egoist bireyciliğin ve kibrin ilerlemeden ziyade yıkımlar getirdiğini görmüştür. Aynı şekilde, bütün insanlık tarihini ve toplumu çatışmadan ibaret görenler, insanın muhteşem hikayesinin ancak büyük uzlaşılar eşliğinde gerçekleştiğini görememektedirler. Toplanma, birlikte hareket etme, kolektif coşma, yenilenme insanın muhteşem hikayesinde hep bir önemli içerik ve nitelik olmuştur. Dolayısıyla, bireyciliğin ve kolektivizmin yani bireyi kutsamak için sadece zayıf ve araçsal bir toplumun varlığına katlanabilen anlayışın ve eşitliği kutsamak için bireysel özerkliği tanımayan kolektivist insan birlikteliğine övgü düzen anlayışın insan varlığının temellerini kavramada sınıfta kaldıkları görülmektedir.
Martin Nowak “işbirliği insanlığı günahlarından arındırabilecek tek şeydir” derken, esasında çağımızın temel bir problemine işaret etmektedir. Bugün yani şu korona salgınının etkilerini yaşadığımız süreçte işbirliğine duyduğumuz ihtiyaç kendisini her açıdan dayatmaktadır. Yani işbirliği sorunun çözümünde zorunluluktan da öte elzemdir. Özellikle belirli dönemlerde işbirliğinin daha merkezi bir öneme sahip olduğu görülmektedir. Bu çerçevede düşündüğümüzde işbirliği yapmak, toplumların zaman zaman kendilerini yenilemelerinde ve kendi varlıklarını sürdürmelerinde kaçınılmaz bir eylemdir. Ancak, işbirliğini kolektivist bir yapılanma üzerine oturtarak özgürlüğün yani ilerleme sürecinin çok merkezi bir yönünün saf dışı bırakılmaya yeltenilmesinin insanın özüne aykırı olduğunu yani diğer bir sapmayı oluşturduğunu yakın tarih açıkça göstermiş durumdadır. Sonuç olarak özgürlüğün bireyci-liberal modelinin dışında bir özgürlüğü ve kolektivist eşitlik anlayışının dışında bir dayanışmayı aramak/bulmak insanın hikayesinin bugünkü asli meseleleri arasında merkezi konumdadır.
1 yorum
Yüreğinize sağlık hocam.saygilar