20. yüzyıl büyük ölçüde bireyci görüşlerin değer kazandığı ve Amerikan rüyasının bireyciliği bir kültür ve tüketim endüstrisi niteliğinde dünyaya pazarlamasıyla 1950 yılından bu yana neredeyse bütün toplumların kendilerince bireyselleştikleri bir yüzyıl olmuştur. Bireycilik derken kastedilen insanların öncelikle topluma referanslı değil de kendi kişisel gereksinimleri, özellikleri ve kazanımları üzerinden tanımlanmalarıdır. Bireycilik kavramının önde gelen teorisyeni olan Friedrich August von Hayek, insanın kendi kişisel deneyimleri merkeze alınarak tanımlanmasının doğru bireycilik olduğunu, onun yaşadığı aile, şehir ve ülkenin deneyimlerinin merkeze alınarak tanımlanmasının yanlış bireycilik olduğunu kabul etmektedir. Birey yine toplumda yaşamaktadır, ama toplum onu ciddiye almak zorundadır.[1] Bireyselleşme derken kastedilen insanların bireyci varoluşlarını yaşar ve hissederlerken bir tüketim kültürüne müşteri niteliğinde girmeleri ve piyasanın kendilerinden beklediği davranışları yerine getirdikten sonra birey olmayı hak edebilmeleridir. Açıkça insanın kişisel gereksinim ve eğilimlerinin meşru ve muteber kabul edilerek kendisinin birey olmaya layık olması için onun tüketici bir kişisel davranışa alışması gerekmektedir. Bunun anlamı, insanın birey olabilmek için tanımlanmış belirli şekillerde emek vermesi, kazandığı parayı tanımlanmış belirli şekillerde harcaması ve bunu savunmasıdır. Birey olabilmenin vergisi gibi bir karşılıktır bu. Bireyselleşmeyi ilk ve en kapsamlı anlatan teorisyen de Ulrich Beck’tir.[2]
Beck’in analizine göre, birey olmak insanın kişisel bir hakkıdır, ama birey olabilmenin emek piyasası ve tüketim kültürüne şartlı bağlanması insanı bazı çelişkiler arasında tereddütlü bırakmaktadır. Bir defa insan bireyi, içerisinden geldiği toplumun geleneksel alışkanlıkları ve normları ile emek piyasasının sınıf, aile, eski toplumsal cinsiyet ve toplumsal ilişki rollerini reddeden yeni alışkanlıkları ve normları arasında bölünmektedir. Yani insan bireyi kendini geçmişten bugüne aktardığı sosyal çevresi yerine piyasada edindiği sosyal çevresiyle ilişki kurmak zorunda kalmaktadır. İkincisi daha özgürlükçü, serbestiyetçi ve eğlencelidir, çünkü daha güncel, yeni ve ekonomik ekosistemle uyumludur. Bu bölünme, piyasanın insanın bölgesel sorunlarına hazırlıksız yakalandığı ve onun sorunlarını finanse edemediği kriz durumlarında bireyi çaresiz bırakmaktadır. Açıkça ifade etmek gerekirse, organizmanın biyolojik ve fizyolojik özellikleriyle hastalıklara karşı kazandığı bağışıklığa benzer şekilde insan bireyi de aileden başlayarak içerisinde yetiştiği sosyal çevreden olası yaşamsal krizlere karşı çeşitli bağışıklıklar ve antikorlar edinmektedir. Somut örnek vermek gerektiğinde birer geleneksel kod olan Müslümanlık ve Türkiye yurttaşlığı aidiyetleri insan bireyine olası yaşamsal sorunlarda bazı cevaplar üretebilmektedir. Tüketim kültürü yurttaşlığı veya bireyselleşme bu bağışıklık, antikor ve cevaplardan mahrum kalmayı mecbur etmektedir. Söz konusu koşullarda birçok riskle karşı karşıya kalan birey ömrünün sağlıklı, uzun ve olabildiğince konforlu olabilmesi için hangisinden vazgeçmelidir?[3] Geldiğimiz aşamada ilginç olan, kriz durumlarında, hem geleneksel kodların hem de tüketim kültürü kodlarının kişiyi yalnız bırakıyor olmaları ve suçlu olarak da aileleri veya kişinin sosyal koşullarını gösteriyor olmalarıdır. Aslında bu bölünme vakıası yaygınlaştıkça başta eğitim ve bilim olmak üzere birçok olumlu kazanım itibar kaybetmektedir.
Nisa Bebek olayı Türkiye’deki herkesi derinden üzdü. Hatta üzgünlük sözcüğü gerçekleşen hissiyat için yetersiz kalabilir. Bireyciliğini bireysel kadın birey olmak ile geleneksel veya ailesel anne olmak arasında bölünerek yaşayan bir kadının zorunluluk ve tereddütler arasındaki kaderini bir insan bebeği canıyla ödedi. Burada akla gelen ilk soru, küresel kapitalizm, dijital kapitalizm veya siyasal kapitalizm toplumunun bir insan bebeğini birey olarak kabul edip etmediğidir. Bu konuyla ilgili olarak bir dönem feminist siyasal toplum teorisyeni Catharine A. Mackinnon, “çocuk doğurma işinin teknolojiye havale edilebileceği” ve devletlerin anne ve babalık rollerini üzerlerine alabilecekleriyle ilgili bir öneride bulunmuştu.[4] Bu öneri transhümanizm ve posthümanizm literatürleri bakımından bile muhtemelen fantastik bulunabilir, çünkü psikolojik maliyet bir yana önerinin ekonomik maliyeti dünyaya genellenemezdir. Bu öneri kolaycı ve sorumluluktan kaçıcı bir analiz içermektedir. Soruya dönersem, Nisa Bebeğin insan bireyi statüsü nedir? Ulrich Beck’in analizlerini doğru anlayabildiysem, tüketim kültürü açısından bu bebeğin yaşamı için maalesef net bir planlama yapılmış değil. Çünkü Nisa Bebeğin hayatına karar veren insan bireylerinin özgür iradeleri de var ve geleneksel rol ile bireyselleşmiş rol arasındaki mevcut bölünmede söz konusu özgür iradelere ekonomik ve psikolojik bir destek verilmesi gerekmektedir. Bu desteği kendi üzerine almaya çalışmış acil tıp teknisyeni Büşra Durmaz ve Sağlık Bakanlığını kutlamak lazım. İnsanlığın onuru için ellerinden geleni birlikte yapmaya çalıştılar.
Nisa Bebek olayı Türkiye’ye özgü değil, gelişmekte olan neredeyse bütün ülkelerde; eldeki çalışmalara bakılırsa hiç olmazsa Doğu Asya ülkelerinde yaşanan ve hissedilen bir olay türü. Güney Kore’de Seul Ulusal Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde profesör olarak çalışan Kyung-Sup Chang’in 2014 yılında yayınlanmış olan “Bireycilik Olmaksızın Bireyselleşme: Sıkışmış Modernite ve Doğu Asyalılarda Belirsizleşmiş Aile” başlıklı kitap bölümü, piyasadaki insan bireyi ile bölgelerdeki gerçek birey arasında uyumsuzluklar, çatışmalar ve bölünmeler bulunduğunu; bunun bariz örneğinin de özgür birey ile aile üyesi birey arasında hissedildiğini saptamaktadır.[5] Bu saptamanın içerisindeki çerçevesel analiz Nisa Bebeğin içerisindeki bulunduğu talihsizliğin arka planını ana hatlarıyla içermektedir.[6]
Bireyselleşmek insanları makineleştiriyor. Bunun çözümü makineleşmeyi daha da ileriye götürecek kurallaştırmalar ve özgür iradeleri yadsımak olmamalıdır. Bunun yerine bireycilik ile bireyselleşmek arasındaki farkı ve olası kriz durumlarını insanımıza anlatmak gerekiyor. Örneğin öğle kuşağı ve akşam kuşağı programlarında birçok olumsuzluğu normalleştirmek yerine söz konusu krizlere yer verilebilir. Çünkü bunlarda da aynı bölünmenin etkileri izlenebilmektedir. Bu bağlamda post-kolonyalizm literatürü ve post-kolonyal çalışmalar işe yarayabilir. Hiç olmazsa psikolojik rehberlik ve danışmanlık, psikoloğa gitme hizmetlerinin mümkün olduğunca tüketim kültüründen arındırılması ve manevi danışmanlıkların daha yaşamın içerisinden, serbestiyetçi ve ekonomi-politik nitelikte öğrenim görerek işlevselleştirilmesi sorunları azaltabilir. Nisa Bebeğe Allah rahmet eylesin ve tüm Türkiye’nin başı sağ olsun.
[1] Friedrich A. Hayek, Individualism and Economic Order, Chicago, London: The University of Chicago Press, 3. Basım, 1958, s. 5-7.
[2] Ulrich Beck, Risk Society: Towards a New Modernity, Çev.: Mark Ritter, London, New York: Sage Publications, 1992, s. 87-90.
[3] Beck, Risk Society: Towards a New Modernity, s. 87-88.
[4] Catharine A. Mackinnon, Toward A Feminist Theory of the State, Cambridge, Massachusetts, London: Harvard University Press, 1991, s. 36-37.
[5] Chang Kyung-Sup, “Individualization without Individualism: Compressed Modernity and Obfuscated Family Crisis in East Asia”, Transformation of the Intimate and the Public in Asian Modernity; Ed.: Emiko Ochiai, Leo Aoi Hosoya, Brill, 2014, s. 37-38.
[6] Kyung-Sup, “Individualization without Individualism: Compressed Modernity and Obfuscated Family Crisis in East Asia”, s. 37-62.