ABD Kent State Üniversitesinin İstanbul’da kurulmasına öncülük ettiği bir koleje, her ay Amerika’dan profesörler geliyor ve belli bir konuda öğretmenleri eğitiyor.
Verdikleri eğitim okuma-yazma öğretimi ve teknikleri konusunda…
ABD’li uzman profesör diyor ki, “ABD’de okuma yazmaya evde başlıyoruz ama özel olarak öğretmiyoruz. Hayatın içinde kendiliğinden bir süreç oluyor.”
Doğal düşünen insanlar için davranış ve eğitim de doğal olmalı.
Bu yüzden ABD’li uzmanın mesajı doğru.
Bize göre de eğitim sürecini böyle başlatmalı.
İyi de bu ABD’li uzmanın mesajı yeni bir keşif değil.
Bizim ilkokul öncesinde girdiğimiz eğitim süreci aynı içerikli idi.
Yıl 1956.
Trabzon’un Çaykara ilçesinin Kumlu Köyü İlkokulu, böyle bir eğitim veriyordu.
Evde nasıl bir ortam vardı?
ABD’li uzmanın günümüzde verdiği mesajla 1956 yılında ülkemizin bir köy ilkokuluna çocuğunu hazırlayan bir ailenin davranışını karşılaştırmak için, daha somut bir örnek olma adına kendi eğitim sürecimden örnek vermek istiyorum.
Evet! 1956 yılında nasıl bir ortamda bu sürece girdik?
Evde ve ilkokulda nasıl bir ortam vardı?
Evdeki ortam:
Çocuğa (yani bana) okuma yazma öğretilmiyor.
Anne-baba doğal hayatını yaşıyor.
Ben ilkokula devam eden kardeşlerin kitap ve defterleri ile ilgileniyorum.
Annem yaptığım iş ya da annemin verdiği görevi yapma sürecinde teorik bilgi yüklemeyi prensip edinmiş…
Yani doğal iş akışı içinde teorik bilgi yükleme…
Annem bana Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında köylere dağıtılan el dokuma tezgahından çocuklarına giysi hazırlarken, sırtında yükle beni sağda solda gezdirirken pratik içerisinde teorik bilgi yüklüyor.
Ve bu “Anaokulu öğretmeni” modern anlamda ilkokul okumamış.
Böyle bir aile ortamından ilkokul ortamına geçtiğimde nasıl bir ilkokul ortamı vardı?
Köy enstitüleri kültürü ile yetişmiş bir öğretmen…
Öğrencileriyle iç içe olan, birlikte oyun oynayan bir öğretmen.
Halkla iç içe olan bir öğretmen.
Hasta olan insanlara “iğne vuran”, imecelere katılan, düğünlerde oynayan, camiye gidip namaz kılan, hastaları ziyaret eden bir öğretmen…
Ve okulun “işlik”inde “yaptırarak öğreten” öğretmen.
İşte böyle bir öğretmenle 1956 yılında ilk kez sınıfta karşılaştığımda okula kayıttan önce ilk sınavımı şu sorularla gerçekleştirdi:
Adını soyadını yaz bakalım.
Yüzden aşağıya doğru say bakalım.
3×3 kaç eder?
Resmimi yap bakalım?
Cevaplarım tatmin edici olmuş ki, birinci sınıfı okuma zevkinden mahrum oldum ve ikinci sınıftan ilkokula başladım.
Şimdi ve her zaman rahmetle ve şükranla andığım öğretmenim, ilkokulda top oynarken kırdığım Ziya Gökalp’ın camlı portresinin ücretini bana ödettirerek aşıladığı sorumluluk duygusu, eğitim sürecimin temel ilkelerinden olmuştur.
Değerli okuyucular!
Şimdi düşünelim.
ABD’li uzman profesörün eğitim felsefesi, benim köyümün 50 yıl önceki eğitim felsefesinden daha mı önde?