Bilenleriniz hatırlayacaktır. Rahmetli Âşık Veysel, sazını çalarken notalara basan parmakları pek oynamaz, adeta yerlerinde dururdu. Bir gün kendisine, “Üstat, saz çalanlar bir sağa bir sola parmaklarını sürekli gezdirmelerine rağmen bir türlü senin gibi çalamıyorlar” dediklerinde “Onlar benim çaldığım yeri arayıp duruyorlar” demiş. Aynen öyle, Batıdaki nice büyük düşünürler de kendilerinden asırlarca önce dünyayı aydınlatmış insanlarımızın söylediklerini arayıp bulmaya çalışıyorlar, bazen telif hakkı kullanmaksızın iktibas yapıp kendilerine şöhret kapısı aralıyorlar. Thomas Moore, Jean Bodin, Montesquieu, Jean Jacques Rousseau, Thomas Jefferson, Alexander Hamilton, Thomas Paine, Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger ve diğerleri… Batı felsefesi ve dolayısıyla Batının mentalitesini ve zihni alt yapısını bina eden düşünürlerdir. Hepsi de hayatlarının bir döneminde fikri varoluşları için inşa ettikleri duvara bizden de tuğlalar koymuşlardır. İşte o tuğlalardan bir ikisi, Büyük Selçuklu Hakan’ı Alparslan ve peşinden oğlu Melikşah’a toplam 30 yıl vezirlik yapan, büyük Türk devlet adamı Nizamü’l Mülk’ün o eşsiz deyişiyle, hayat düsturu haline getirdiği sözü:
“Küfr ile belki amma zulm ile paydar kalmaz memleket”
Ve bu sözü gibi daha nice hikmetleri sergileyip devlet idaresi hakkında kaleme aldığı, dünya durdukça eskimeyen şaheseri: Siyasetname.
Ve Şeyh Galib’in,
“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen”
dediği o muhteşem sözler. Elinizin altındaki devasa mirastan haberiniz var mı bilmiyorum, ama bir cümlesi için ciltler dolusu yorumlar yapılabilecek Mevlana’yı mı istersiniz, yoksa o koca Yunus’u mu? Yoksa onların ve diğerlerinin saçtıkları ibret levhalarını ayniyle, belki de hafızalarımıza daha iyi nakşolsun diye kıssalarla anlatan Nasreddin Hoca’yı mı? Batı medeniyeti tarihinde eşine az rastlanan çapta büyük bir düşünür olan hocamız, deha sahibi bir bilgedir. Rahmetli babaannem Nasreddin Hoca’ya “Hoca Nasuriddin” derdi. Yaşlı bir kadının Anadolu şivesi zannettiğim babaannemin bu sözü ile hayatımda ikinci defa karşılaştım, nerede biliyor musunuz? Azerbaycan’da Bakü şehrinin yakınlarındaki İmişli kasabasında.
Sene 1991, henüz o tarihlerde eski Sovyet sistemi halen etkisini sürdürdüğü için diğer Türk cumhuriyetlerine olduğu gibi Azerbaycan’a da gidiş gelişler seyrek durumda. Bendeniz Türkiye’den gelen misafir (oranın ağzı ile “konak”), krallara layık bir şekilde ağırlanmaktayım. İmişli’de bir köy düğününde oranın ileri gelenleri tarafından gayet samimi ve ısrarlı bir şekilde benim için hazırlanan sofraya davet edildim. Akşamın 5’inde başlayıp gece yarısına kadar süren, Türk tarihi, edebiyatı, ortak hatıralar ve Türkiye’ye olan hasretin konuşulup sohbet edildiği, benim için inanılmaz güzel bir sofra ve buluşma idi. Türk kültürü konusunda kendisini az çok bir şeyler okumuş addeden ben, o gece ne kadar da az bildiğimi anlamıştım. Yemek masasını idare eden yaşlı zatın Fuzuli hakkındaki anlattıklarını, günümüz Azerbaycan ve Türk edebiyatının misallerinin ve tarih yorumlarının verildiği akademik bir toplantı seviyesinde geçen o köy buluşmasında söylenenleri her edebiyatçının, tarihçinin dinlemesini isterdim. Sohbet esnasında söz Nasreddin Hoca’dan açılınca, o zat aynen babaannemin dediği tarzda, “Hoca Nasuriddin bizim burada, falan şehirde doğup filan şehirde ölmüştür” deyince ben de misafirlik adabı itiraz etmemiştim; tabii içimden “peki o zaman bizim Akşehir’de, Sivrihisar’da hangi hoca yaşadı?” diye düşünerek. Çok sonraları bilimsel toplantı nedeniyle bulunduğum Kırgızistan’ın Bişkek şehrinde bir Kırgız Türk’ü ile laflarken “Hoca Nasuriddin burada, falan şehirde doğup filan şehirde öldü” deyince aklıma İmişli’de o gece söylenenler geldi. Bu defa ne sözle ne de içimden düşünerek o kişiye hiç itiraz etmedim. Hatta büyük bir sevinç duydum. Bu millet en değerli müşterek varlıklarından birisini, o koca Nasreddin Hoca’sını sahiplenmiş, hepsi de “Hoca bendedir”, “Hoca benimdir” demekte. Anladım ki, hocamız Türkistan’da, Kırgızistan’da, Azerbaycan’da, Türkiye’de ve belki daha nice yerlerde doğmuş ve yine oralarda ölmüştür; bu büyük milletin yine büyük coğrafyasının her yerindedir. Asya’nın bir ucundaki topraklarda söylenen o ismi, bin yıl önce göç edip Anadolu’ya gelenlerin torunlarından biri olan babaannemin aynı şive ile söylemesi, sözlü kültürün milletimizin genlerine nasıl işlediğini ve kuşaktan kuşağa, ülkeden ülkeye nasıl aktarıldığını göstermesi açısından dikkate değerdir.
Bu kadar sözden sonra hocamızdan bir fıkra-daha doğrusu kıssadan hisse-anlatmazsak olmaz. Efendim, Nasreddin Hoca iki katlı evinin çatısında dam aktarıyormuş. Kapıya gelen bir dilenci zili çalmış, Hoca şimdi gider diye aldırış etmemiş. Dilenci ısrarla zili çalmaya devam edince Hoca çaresiz bütün o katları, merdivenleri teker teker inip kapıyı açmış. Dilenci “Allah rızası için bir sadaka” deyince “gel benimle” deyip dilenciyi çatıya çıkarmış ve orada “Allah versin” demiş. Yine sözlü aktarılan kültürümüze misal olmak üzere, çocukluğumda etrafımdakilerden bazen duyardım; birine kızdıklarında “davun çıksın” derlerdi. Buradaki “davun” kelimesinin ne manaya geldiğini merak etmiyor değildim, ta ki “taun” yani “veba” olduğunu ve bu sözün belki de binlerce yıldır Türkler tarafından kullanıldığını, vebanın eskiden tedavisi olmayan bir hastalık olduğundan dolayı beddua tarzında söylendiğini öğrenene kadar.
Milletimiz binlerce yıldır çok değişik coğrafyalarda yurtlar edinip yaşamasına rağmen bırakılan izler hâlâ daha canlı ve tazedir. Bir bakarsınız ki Asya’nın bir ucunda sanki küçük bir Anadolu kasabasındaymış gibi içiniz ısınır veya Anadolu’da bir yerlerde geçmişin rüzgârları eser. Bir tarihte Azerbaycan’dan gelen misafirimizin sofradaki mantar yemeği için “Bizde mantara göbelek derler” dedikten sonra ev ahalisinin “Bizim oralarda da göbelek derler” diye sevinçle söyleyişine, misafirimizin neşesine, tek bir ortak kelimenin bile bizi nasıl birbirimize yakınlaştırdığına kendi gözlerimle şahit olmuştum.
Çok sonraları bilimsel bir kongre dolayısıyla Çin’e gitmiştim. Pekin şehrinde bir Uygur lokantasında akşam yemeğindeydik. Günlerdir Çin’in bize son derece uzak olan yemek kültürü dolayısıyla epey sıkıntı çekmiş olan gruptaki arkadaşlar masalara gelen et şişleri, yanında pilav ve bizim lavaşa benzer pideleri görünce bayram etmişlerdi. Servis yapan garson çocuğa-Uygur Türk’ü idi-pidenin ismini sordum, “nan” dedi. Birden duygulandım. Nan, yani ekmek, bu milletin yaşadığı bütün coğrafyalarda aynen kullanılan bir kelimedir; “nankör” lafını hepiniz bilirsiniz, işte, ekmeğe ihanet eden, ekmek körü manasındadır. Yine o seyahatte Çin Seddi’ni gezerken Çinli rehberimiz bir yandan duvarın nasıl yapıldığı, tarihi, vs. ile ilgili bilgiler veriyor, diğer yandan da duvarın hep “kuzeyden ve batıdan gelen savaşçı topluluğa karşı” korunma amaçlı yapıldığından bahsediyordu. Ben de rehbere mahsus sordum, kimdi bu insanlar diye; gülerek “Türkler” dedi ve ekledi “biz Çinliler köylü, ziraat toplumuyuz, toprağımızı ekip dikeriz, savaşmayı bilmeyiz”. “Oysa” diye devam etti, “siz Türkler, daha doğrusu atalarınız savaşçı olduğu için sürekli baskın yaparlardı” dedi. O günden bugünlere kalan bir şeyler var mı, onu da sizlerin takdirine bırakıyorum.
Dünyanın fert bazında en zeki milletinin bizler olduğuna şüphem yoktur. Çok kereler en ileri gitmiş, kalkınmış ülkelerin insanlarının bizim insanımız yanında sıradan, hatta vasat altı bir zekâya sahip olduklarını müşahede etmişimdir; onları bize görünürde üstün kılan hususun organize olmalarındaki kabiliyetleri olduğu su götürmez bir gerçek olup, bu ayrı ve uzun bir tartışma konusudur. Sene 1996, mesleki eğitim almak üzere ABD’de, Methodist Hastanesinde bulunuyorum. Klinikte sabah vizitinden sonra hasta tartışması ve günlük rutinlerin konuşulduğu toplantıdayız. Televizyon o sırada körfezdeki Amerikan gemilerinden Irak’a uyarı babında füzeler atıldığı haberini ve görüntülerini veriyor, bilindiği üzere daha o tarihte henüz Irak Savaşı başlamamıştı. Seyreden doktorlardan birkaçı bana dönüp, “sizin ülkeniz oraya yakın, neler oluyor oralarda, bilginiz var mı?” diye sorunca, dilimin döndüğünce kısaca bir şeyler anlatmıştım. Hepsinin ağzı açık kaldı. “Ooo, sen siyaset doktorası mı yaptın, sosyoloji, tarih mi okudun?” diye hayretlerini ifade etmişlerdi. Ben ise içimden, “bu bir şey mi, siz asıl bizim memleketteki sıradan bir köy kahvesini ve orada bu mevzularla ilgili konuşulanları görseniz herhalde küçük dilinizi yutarsınız” diye düşünmüştüm. Evet, gerçekten de bizim insanımız eskilerin deyimiyle “çarıklı erkân-ı harp”tir. Memleketimin insanı zeki, dışından albenisi o kadar olmasa da içine nüfuz eden için insanlığı, yardımseverliği, sohbeti, muhabbeti baldan tatlıdır; tıpkı yetiştirdiği meyveler gibi. Ufak tefek, bakarsın bir şeye benzemez ama tadından yenmez.
Aksi yöndeki misaller sizi ümitsizliğe sevk etmesin; benim milletim hayırseverdir, düşenin elinden tutar. Laparoskopi eğitimi için gittiğim Almanya’da orada yaşayan Türkler anlatmıştı. Bir Alman muhabir, aç ve fakir birisine nasıl davranıldığını göstermek üzere gizli kamera çekimi ile bir program yapmış. Eski püskü elbiseler giyip önce Almanların işlettiği bir ekmek fırınına giderek “üç gündür açım, bir ekmek verir misiniz” demiş. Dükkân sahibi “çabuk hemen defol” diyerek adamı kovmuş. Kahramanımız bu sefer bir Alman süpermarketine girmiş ve oradaki yöneticiye yine aç olduğunu ve yiyecek bir şey verip veremeyeceklerini sorunca, müşterileri daha fazla rahatsız etmeden derhal dışarı çıkması söylenerek kovulmuş. Son olarak bir Türk’ün işlettiği dönerci dükkânına gelen Alman, kasadaki çocuğa üç gündür aç olduğunu, biraz döner verip veremeyeceklerini sormuş. Altyazıda Almanca olarak verilen Türkçe konuşmalarda, tezgâhın gerisinde görüntüye gelmeyen işletme sahibi baba kasadaki oğluna seslenmiş: “Oğlum kim geldi, ne istiyor?”. Delikanlı “baba, fakir bir Alman, açmış, yiyecek istiyor, parası yokmuş” deyince programı seyreden Almanları şoke eden şu sözleri söylemiş bizim o insanımız: “oğlum etini bol koy”.
Bilirsiniz Anadolu’da sık kullanılır, birisiyle karşılaşıldığında tanışma faslından sonra “kimlerdensin” diye sorulur. Bu güzel hasletin binlerce yıldır bu milletin sora geldiği “hangi boydansın” sözünün bugüne uyarlanan hali olduğunu bileniniz var mıdır acaba? Bozok ve Üçok’lardan inen Avşar, Yazır, Kayı, Çepni, Kınık, Bayındır, Dodurga, Yüreğir, Çavuldur boyları ve diğerleri… Kim ne derse desin, bu millet hâlâ daha o mirası taşımakta. Yoksa “şehirleşmiş” manasına gelen “medenî” olmaktaki sıkıntılarımız ya da yüzyıllardır şehir hayatına uyumda gösterdiğimiz zaafın sebebi, bu milletin köklerinin, atalarının yaşadığı “yurt” yani bildiğiniz çadır hayatı ve o mirasın bugünlere intikali olmasın? Benim insanım halen daha yazları yaylaya çıkıp, yaşayıp kışın diğer konak yerine döner. Yaylacılık geleneği için geçim kaynağı olarak bakılan hayvanlara otlaklar bulunması ve diğer bir sürü mücbir sebepleri sayabilirsiniz. Ama şunu unutmayın, insanımız farkında olmadan atalarından miras kalan yaşayışını devam ettiriyor.
Güzel Türkçemizin yine aynı güzellikteki şiveleri, bana inanın en güzel melodiden daha hoş gelmektedir. Neredeyse kasabadan kasabaya değişen şive ve ağızlar dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayacak bir dil zenginliğinin işaretidir. Benim insanım anasından, babasından, atasından öğrendiği bu lisan ile meramını hem de kısa ve öz biçimde anlatmada ustadır. Poliklinikte olduğum bir gün, Trabzonlu yaşlı bir amca içeri girdi, şikâyetini sorduğumda o tatlı şivesiyle “tutturamayrım” diye cevap verdi. İdrara yetişememe ve idrar kaçırma şikâyeti ancak bu kadar özlü ve şirin anlatılabilir. Tedavisinden yirmi gün sonra baktım, yine benim polikliniğime kontrole gelmiş. Kapıdan girer girmez sordum, “Tutturabiliyor musun?” Cevap yine özlü ve kısa idi, “tutturiyrum”. Yine bir gün poliklinikteyim, yaşlı bir karı koca, tatlı mı tatlı bir Rumeli göçmen köylü ailesi; amcaya şikâyetini sordum. Eliyle karnının üzerinde gezdirerek “te büüle buralarım ağray” dedi. Kısa bir sohbet ve muayeneden sonra Havza’da ikamet ettiğini öğrendiğim bu sevimli evlad-ı fatihan nesli tonton amcaya tetkiklerini istedim. Yapılacaklarla ilgili izahat verdikten sonra “ne kaa tahlil varsa epiciğini toplayıp getireceksin” der demez o sevimli ihtiyar karı koca gülmekten yerlere yapışmışlardı.
Milletimizin yüzyıllardır sürdürdüğü bir diğer geleneği de, kişilere lakap takma hususudur. Köylere gidin bakın, hatta şehirlerde de durum aynıdır; Ahmet dersin, Fatma dersin, hangi Ahmet, hangi Fatma diye sorarlar. Gözleri mavi olduğu için “Göğ göz”, yürürken ayakuçları hafif öne açık olduğu için “Ters bacak”, çok uyanık ve dalavereci olduğu için “Fırlatma” benim tanıdığım, lakabı olan kişilerden sadece birkaçı. Koskoca hükümdarlarına “Aksak” (Timur), “Deli” (İbrahim) diyen bir millet, diğer fertlerine elbette lakaplar takar. Kendisine sorulan soruları, dilekçeleri zembil denen sepetini pencereden aşağı sarkıtıp alan, yine o sepetle cevaplarını veren Şeyhülislama taktığı lakabı ile “Zembilli Ali Efendi”, Balkan savaşında dizinden yaralandığı için Osman olan adı hayatının sonuna kadar “Topal” lakabı ile birlikte anılacak olan Topal Osman, babasının ayakkabıcılık-saraç- olan mesleği sanki miras kalmışçasına isminin başına eklenen eski başbakanlardan Saraçoğlu Şükrü ve Kurtuluş Savaşı sırasında dağda bulduğu bir ayı yavrusunu ehlileştirip yanında gezdirdiği için “Ayıcı” lakaplı Albay Arif bey ve daha binlercesi sayılabilecek lakap misallerindendir.
Devletimiz Birinci Dünya Savaşında biliyorsunuz Almanlar ile müttefik idi. Birçok Alman subay Türk ordusunda çeşitli görevlere getirilmişlerdi. İşte onlardan Albay Kannengiesser, bizim askerin dilinde ”Kalın keser”, Von Bronzart ise “Borazan Paşa” oluvermişti. Ailemizin büyüklerinden dinlemiştim, benim dedemin dedesi yani büyük dedem Plevne gazisi imiş; o savaşta Plevne muhasarasından çıkmak için yaptıkları yarma harekâtında yaralanıp komutanları Gazi Osman Paşa ve bir kısım arkadaşları ile birlikte Ruslara esir düşerek iki yıl Rusya’da kalmış. Giresun’daki köyüne döndüğünde Rus orduları başkomutanının isminden, torunu olan dedeme hep “Karannık Nikola” diye bahsedermiş. Bu lakabın ilk anda düşünüldüğü gibi “yüzü gülmez”, “karanlık” değil de, o tarihte Çar’ın kardeşi ve Rus orduları başkomutanı “Grandük” Nikola’nın bizim askerin ağzı ile söylenişi olduğunu anlamamız için birkaç nesil geçmesi ve babamın buna açıklık getirmesi gerekmişti.
Söz Plevne müdafaasına gelince, ister istemez insanın aklına eskilerin “93 harbi” dedikleri ve tarihimizde Balkanlardaki hâkimiyetimizin sona erişinin başlangıç noktası olan 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı geliyor. Plevne müdafaası öncesi Rusya ve müttefikleri ordularına karşı Gazi Osman Paşa’nın-kendisi Tokat’ta doğmuş, tertemiz bir Anadolu evladı, deha sahibi bir askerdir-çok önemli ve pek çok Rus askeri kayıplarına neden olan zaferler kazanmasına rağmen, devşirme ve dönme, dirayetsiz bazı Osmanlı komutanlarının son derece basiretsiz davranışları yüzünden, savunduğu Plevne’de tamamen yardımsız ve çaresiz bırakılan Paşa ve askerleri, son çare olarak kendilerini çepeçevre sarmış olan en az 4 misli düşman ordusunu yarma harekâtına girişmiş; tam başaracağı sırada o büyük komutan ve atının maiyeti ile birlikte yaralanması üzerine teslim olmak zorunda kalmıştır. Savaş teamülleri gereği şanlı kılıcını Rus komutanlarından General Ganetzky’e teslim etmişse de, biraz sonra teslim odasına gelen Rus Çar’ı Alexander’ın kardeşi ve Rus orduları başkomutanı Grandük Nikola, bu kılıcı ondan iyi kullanacak kimse olamayacağı ifadesi ve “Siz burada benim esirim değil misafirimsiniz! Kılıcınızı size geri verdim. Sizin gibi cesur, gayretli ve yüksek liyakatli bir kumandanla harp etmiş olduğumdan dolayı kendimi bahtiyar addederim” sözleri ile hürmetle ve askeri merasimle Gazi Osman Paşa’ya iade etmiştir. Esir paşa için karargâhta güzel bir Kırgız çadırı kurulmuş, her türlü istirahati ve tedavisi yapılmış ve en seçme askerlerden selam kıtası hazırlanarak kendisine askeri tören yapılmıştır. Burada 4 gün kaldıktan sonra Paşa ve birlikte esir düşen maiyeti, bugün Ukrayna sınırları içerisinde kalan Kharkof’a götürülmüşlerdir. Gazi Osman Paşa ve arkadaşları daha sonra Aya Stefanos barış antlaşması üzerine İstanbul’a dönmüş ve
“Tuna nehri akmam diyor
Etrafımı yıkmam diyor
Şanı büyük Osman Paşa
Plevne’den çıkmam diyor”
diye türkü yakan halkın misli görülmemiş alkışları, duaları ve gözyaşları ile karşılanmıştır. Sultan Abdülhamid bu büyük askeri kucaklayıp mübarek alnını öpmüş, “Sen benim yüzümü ağarttın. İki cihanda yüzün ak olsun!” diye dua edip, kendisine birçok hediyeler vermiştir. Burada düşman komutanının Gazi Osman Paşa’mıza ve maiyetine gösterdiği, bugünkü savaşlarda emsaline çok zor rastlanabilecek bu asil davranışını tebrik edip, takdirle yâd etmek gerekir.
Ya türkülerimize ne demeli. Türkülerimiz, ah o türküler. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun deyişiyle:
“Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir türkü duysam
Şairliğimden utanırım”
dediği türküler. Söz yine o büyük ustanın, Bedri Rahmi’nin,
“Ah bu türküler
Türkülerimiz
Ana sütü gibi candan
Ana sütü gibi temiz
Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla
Köyümüz, köylümüz, memleketimiz
Ah bu türküler
Köy türküleri
Dilimizin tuzu biberi
Memleket ahvalini onlardan sor
Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i
Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni
Ben türkülerden aldım haberi”
Dinlerken türkü deyip geçmeyin sakın, onlar bu milletin ortak hafızası, hüzünleri, sevinçleri, adeta benliğidir. Batı toplumları nasıl büyük bir yazı kültüründen geliyorsa, biz de aynı, belki ondan daha büyük derecede bir sözlü kültürden geliyoruz. Bir “Quo Vadis” romanı, bir “Denemeler” batılı için neyse, Erzurum’un “Huma Kuşu” türküsü, Pir Sultan Abdal deyişleri bizim için odur. Victor Hugo’nun “Sefiller” i, Tolstoy’un “Harp ve Sulh”u, Hemingway’in “Silahlara Veda”sı onlar için neyse, bir “Yemen Türküsü” ve bir “Çanakkale Türküsü” bizim için aynıdır. Birinci Dünya Savaşı’nın o ateşten çemberine gönderdiği yüz binlerce evladının geri gelmemesi üzerine acısını yüreğine akıtıp sadece,
“Adı Yemendir, gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir”
diyen bir millet ya da Batı’da olsa hakkında yüzlerce makale, roman yazılıp filmler çekilecek olan Çanakkale muharebelerinde, dünyanın en üstün ateş gücünü göğsü ile söndürmeye giden binlerce genç fidanı için ancak ve ancak bir türkü -ağıt- yakabilen, evet, bizde ağıtlar yazılmaz, söylenmez, yakılır.
“Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni”
demiştir. “Son Kahramanlar” isimli hayatta kalan son üç beş İstiklal Savaşı gazisini anlatan kitapta okumuştum. Hepsi de fakir olarak hanelerinde ömürlerini tamamlayan gazilerimizden biri olan Çorum’un İskilip ilçesinin Çatkara köyünden Gazi Ömer Küyük şöyle diyordu muhabire: “Bak çocuk, fakirlik her zaman mutsuzluk, zenginlik ise mutluluk getirmez. Niye sefalet çekelim ki, insan daha ne ister bu fani dünyada. Bak işte görüyorsun elmalar dalından, petekler balından geçilmiyor”. Evet, ne güzel söylemiş değil mi, o mübarek neslin son evladı. Boşuna aramayın, şu an hiçbiri hayatta değil. Tıpkı Çanakkale muharebelerinde, bombardıman sonucu top vincinin bozulması yüzünden 250 kiloluk mermiyi tek başına sırtlayıp İngiliz gemisini saf dışı eden o mübarek Havranlı Seyit Onbaşı gibi. Bir kitapta, onun savaştan sonra köyünde sırtında ipi ile hamallık yapıp, fakirlik içerisinde öldüğünü okuyunca iki damla gözyaşı dökmüştüm; bilmem ki bizleri affettirip ona olan borcumuzu siler mi?
Ya Rumeli, Balkan türküleri, Kerkük türküleri. Bugün sınırlarımız dışında kalsa da yüzyıllarca vatan bellediğimiz ve şimdilerde bizden hatıra kabilinden kalan insanlarımızın, kültürümüzün yaşadığı yerler. Abdurrahman Kızılay’ı, o büyük ustayı dinliyorum Kerkük türkülerinin olduğu bir CD’de, hoyrat-uzun hava- söylüyor:
“Can Kerkük, canan Kerkük
Her söze kanan Kerkük
Kalıptı yardan uzak
Mum kimin yanan Kerkük”
Bir başka hoyrat ise orada bıraktığımız öz kardeşlerimizi aklıma getirip, içimi hüzünle dolduruyor:
“Dağlar yeşil boyandı
Kim yattı kim uyandı
Kalbime ataş düştü
İçinde yar da yandı
Su serptim ataş sönsün
Serptiğim su da yandı”
Tarihte çok az milletin başına gelebilecek büyüklükte felaketlerle benim milletim yüz yüze gelmiştir: Bir Balkan Savaşı ve felaketi mesela. Düşünün, yüzyıllarca vatan belleyip, yaşayıp, imar ettiğiniz, “benim” dediğiniz topraklardan tamamen sökülüp atılıyorsunuz; hem de izleriniz bile kalmamacasına. Peki, ne yapıyor bu asil millet o kadar büyük bir trajedi karşısında? Hiç, diyebilirsiniz; bu doğru olabilir ama bazılarına göre. Oysa kendisi büyük bir tevekkülle karşılamıştır bunu, tıpkı diğer felaketler gibi. Ve acısını ağıtlara, türkülere dökmüştür. Sadece türküler mi, oyunlarımız da hep o havamızı terennüm eder. Bu millet öyle büyük bir coğrafyaya yayılıp, kanıyla canıyla öyle izler bırakmış ki, siz görmeseniz de, duymasanız da, bigâne kalmak isteseniz de o muhteşem ve muhteşem olduğu kadar hüzünlü tarih gelip sizi yakalar. Unutmayın, Edirne’den çıktıktan sonra hangi fikirde olursanız, ne olursanız olun, hepimiz Türk’üz; en azından bizi öyle görüyorlar. Mademki burada doğduk, bu milletin evladıyız, öyleyse atamızdan, dedemizden, ninemizden kalan bu miras bizimdir, sahip çıkmak ve şerefle yaşatmak herkesin evvelemirde en birinci vazifesidir. Bu büyük mirası görmezden gelenlere ya da bu mirasın ağırlığı altında ezilip taşıyamayanlara ve “bizi tanımıyorlar, kendimizi tanıtamıyoruz” diye kendini aldatıp duranlara sözüm şudur: Merak etmeyin, Batı sizi sizden daha iyi tanıyor.
Beş yüz yıl boyunca sürekli Türklerden, tabiri caizse dayak yemiş bir Avrupa’yı düşünün. Kolektif hafızalarında bizim için hayırlı şeyler düşünmüyorlardır elbet. İtalya’da anneler yaramazlık edip uyumayan çocuklarını “Dragot geliyor” diyerek korkuturlarmış, Dragot dedikleri bizim Turgut Reis’tir. Almanya’nın şimdi ismini hatırlayamadığım bir şehrinde kilisedeki bir memuriyete ancak 1960’larda son verilmiş. Neymiş efendim bu memurun görevi biliyor musunuz? Türk akıncılarının geldiğini görerek kilise çanını çalma. Belediye meclisi toplanıp, “artık Türklerin böyle bir saldırı yapma ihtimali ortadan kalktığı için bu memuriyete de gerek kalmamıştır” diye karar almış. Ne yaparsak yapalım, atalarımızdan bize miras kalan yapımızı-bugünkü ifadeyle imajımızı-Batılı kafa nezdinde düzeltmemiz zor görünüyor. Adamlar bizi algıladıkları Türk şablonuna göre görmek ve tanıtmak istiyorlarsa, yapılacak çok şey var denebilirse de aslında yok.
Merhum işadamlarımızdan Nejat Eczacıbaşı’nın hatıralarından nakledelim. Kendisi 50’li yıllarda, Amerika’da bir üniversitede doktora yapmakta iken bir gece bulunduğu fakültenin verdiği davete katılır. Tanıyanlar hatırlayacaktır, Nejat bey sarışın, fiziği düzgün bir insandı, bir de yabancı lisanı mükemmel konuşunca o gece ev sahibi Amerikalılardan ayırt edilemez durumdadır. Neyse efendim, davette dans ettiği Amerikalı kız sürekli etrafına bakınıp durunca Nejat Bey sebebini sorar. Amerikalı cevaben, “Duydum ki bu gece baloya bir Türk gelecekmiş, merak ediyorum acaba kuyruklu mu, kuyruksuz mu?” deyince bizim Nejat bey o Türkün kendisi olduğunu söyleyince, Amerikalının az daha düşüp bayılacak olduğunu ifade etmişti. Her ne kadar günümüzde zihinlerdeki imajımız zannediyorum o kadar kötü olmasa da, topyekûn Batı âleminin, eski tabirle efkâr-ı umumiyesinin Türklük hakkındaki kanaatlerinin akşamdan sabaha değişeceğini beklemek saflık olur.
Her toplulukta olduğu gibi bizde de densiz, haddini bilmez ve haramzadeler elbette vardır ve olacaktır da. Bu husus, terbiye ile olmadı ceza ile en çok bir iki nesilde düzeltilebilir; unutmayın ki, Batı insanını adam eden cezadır. Bütün bunlara rağmen, topyekûn benim insanım hakkındaki fikirlerim kesinlikle değişmemiştir. Ben bu milleti ve ülkeyi büyük bir aşkla sevdim, seviyorum. Bu vatanın taşını, toprağını, çiçeğini, kuşunu, böceğini her şeyini seviyorum. Ben milletimin hizmetkârıyım, ona hizmet, hayat düsturum olmuştur. Naçiz bir ferdi olmakla her zaman iftihar ettiğim bu aziz milletin hizmetinde bulunmak, hizmetkârı olmak benim için şereftir. Burnunun ucundaki tabelayı görmesine rağmen yol sorsa da insanımızı çok seviyorum. Ağaç gördüğünde başka ülke insanının aklına peyzaj gelirken, kendi aklına kesilecek odun gelse de insanımızı çok seviyorum. Polikliniklerde sıra numarası olmasına rağmen yine de kapının önüne yığılıp, içerideki hasta daha dışarı çıkmadan topluca içeri dalsalar da insanımızı çok seviyorum. Niçin biliyor musunuz? Benim milletim merhametlidir, böyle bir milletin ferdi olmak bir şereftir. Ömrüm oldukça bu necip milleti büyük bir aşkla sevmeye ve ona hizmete devam edeceğim. Dileğim ve duam odur ki, bu büyük millet ebediyen müreffeh yaşasın ve kılıcı keskin olsun. Unutmayın ki, asır dediğiniz zaman dilimi, hem de birkaç tanesi toplum hayatında çok kısa sürelerdir; aziz milletimin tıpkı mazideki gibi dünyaya adalet ve huzur dağıtacağı, ata yurdu ve öz kardeşleri ile kaynaşacağı günler yakındır. Ne mutlu o günleri görenlere.
Saygılarımla.
3 yorum
mustafa’m, kemal’im, atilla’m, ilk yazın kutlu olsun, hayırlı olsun, uzun ve daldan dala bir yazı olmuş emme yahşi olmuş, ismine yaraşır ve yakışır bir yazı olmuş, içine doğduğumuz toplumu tanımak, güzel hasletlerini takdir etmek elbette kadirşinaslıktır, ama unutma dünya bir çiçek bahçesi ise, türkler bu çiçeklerden sadece bir tanesidir, diğer kavimler (çiçekler) de ayrı güzeldir, yazının başında anlattığın anektod bir fıkradır ve aşık veysel rahmetliye değil merhum hoca nasuriddin’e aittir, bunu da not edeyim dedim, selamlar van tıp’lım
Çok değerli hocam ve aynı zamanda Adaş’ım. Çin’den İtalya’ya kadar uzanan ve her cümlesinde kendimi de aradığım, bulduğumda sevindiğim, bulamadığımda da ‘keşke’ dedirten bu duygu yüklü bir o kadar göğüs kabartan yazınızı çok beğendiğimi söylemek istiyorum. Lütfen yazmayı bırakmayın, bizi de mahrum bırakmayın. Saygılar.
Op. Dr. Mustafa Kemal ÖZEL / Adana
Çok teşekkürler sayın hocam. İkinci olarak “Bir Balkan Seyahati” isimli yazı yayınlandı. Değerli katkılarınız için tekrar teşekkürler. Saygılar. Selamlar.