Halen yürürlükte olan 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’na göre üniversitelerdeki boş profesör, doçent ve yardımcı doçent kadroları gazetelerde ilan edilmekte, 15 günlük başvuru süreci sonrasında ilgili üniversite ve fakülte yönetimleri tarafından kurulan jürilerin raporları doğrultusunda ilgili akademisyenler bu boş kadrolara atanmaktadırlar. Çoğumuz etrafımızda bu tip kadro ilanlarından önce ya da hemen sonra, daha jüri raporları belli olmadan, atama yapılmadan “Kadrom çıkıyor/çıktı”, “Hayırlı olsun Kadron çıkıyormuş/çıkmış”, “Atamanı kutlamaya geliriz” gibi sözlerle karşılaşmışızdır. Halbuki bu ilan edilen kadrolar kişiye özel değil kamuya ait kadrolardır ve yasal gereklilikleri getiren herkese açıktır. Bunun yanında adayların bilimsel dosyasını inceleyen jürilerin objektif ölçütler içinde olumlu ya da olumsuz rapor verme hakları da saklıdır. Ayrıca üniversitelerin pek çoğunda niceliksel ve niteliksel akademik yükseltme ve atama ölçütlerinin olduğu bilinmekle birlikte bu ölçütlerin ödün vermeden uygulanıp uygulanmadığı tam olarak belli değildir.
Günlük yaşamda tıp fakültelerinde akademik atamalarla ilgili değişik senaryolar karşımıza çıkmaktadır. Çoğunlukla yaşanan birinci senaryo adayın akademik niteliğinden tümüyle bağımsız olup hemen her zaman pürüzsüz yürümektedir. Bu senaryoda kadronun kendisine çıktığı varsayılan ana bilim dalının adayı yani “ bizimki” tek başvuru sahibidir ve burada hiçbir sorun yoktur. Jüri üyeleri genellikle “bizimkinin” “Ahh! keşke jürimde şunlar olsa” şeklinde aklından geçenler oluvermekte ve bu jüri üyeleri de her zaman aday için olumlu raporlar yazmakta ve adayın akademik ataması sorunsuz gerçekleşmektedir. Kamuya ait bu kadar önemli ve geleceği parlak kadrolara neden çoğunlukla tek adayın başvurduğu ise başka bir tartışma konusudur.
Daha seyrek yaşanan ikinci senaryo ise biraz pürüzlüdür. Bu senaryoda kadronun kendisine çıktığı varsayılan ana bilim dalının adayı yani “bizimki” tek başvuru sahibi değildir ve kadroya “başkası” ya da “başkaları” da başvurmuştur. Süreç biraz sıkıntılı da olsa çoğunlukla “bizimki” jüri üyelerinin takdirlerini kazanarak kadroya atanmaktadır. Burada “bizimkinin” akademik nitelikleri “başkasından” üstünse “bizimkinin” jüri tarafından yeğlenmesi ve kadroya atanması son derece doğrudur. Ancak “başkasının” akademik nitelikleri “bizimkinden” daha iyiyse ve buna karşın yine de “bizimki” bu kadroya jürinin tercihi sonrası atanıyorsa bunu gerek kamu vicdanı gerekse akademik verimlilik açılarından biraz sorgulamak gereklidir. Burada özellikle “bizimkinin” atanmasını isteyen akademisyenlerin ortaya attıkları savlar çoğunlukla “Bizimki iyi insan”, “Bizimki bu kadar buraya hizmet etti, atanmak onun hakkı, başkası atanırsa bizimkine haksızlık olur”, “Bizimki buradan ihtisaslı, başka yerden ihtisas alanları alamayız”, “Zaten kadrolarımız dolu yeni birine gereksinim duymuyoruz” olmaktadır. Görüldüğü gibi bunlar somut bilimsel ölçütler olmayıp soyut kişisel ölçütlerdir. Ancak bu kadroya başvuran “başkası” ile ilgili “O kötü insan mı?”, “O da bu ülkeye hizmet etmedi mi?”, “O boş olarak mı oturdu?”, “Başka yerden ihtisas almak yanlış mı?”, “Akademik açıdan daha iyi olmak olumsuz bir durum mu?”, “Başkası olmak tek başına akademik olarak dışlanma nedeni olabilir mi?”, “Kadrolar doluysa bundan ‘başkası’mı sorumlu?”, “Bu kadrolar neden hep ‘başkası’ için dolu oluyor?” gibi soruları kimsecikler duyamamaktadır. Atama sonrasında haksızlığa uğradığını düşünen “başkası” ise bazen bir hukuk sürecine girerek hakkını aramaktadır.
Bir de üçüncü senaryo vardır. Bu senaryoda ilgili ana bilim dalı ve yükseköğretim kurumu ön yargısız ve yalnızca akademik gereksinimden hareketle kadro ilanı vererek “İster bizimki, ister başkası olsun akademik açıdan en iyisi kimse onu alalım ve böylece üniversitemiz ve fakültemiz kazansın” şeklinde bir yaklaşımda olabilir. “Bizimki” “Ben buraya hizmet ettim ama benden çok daha iyisi bu kadroyu hak etti, demek ki ben daha çok çalışmalıyım” diyebilir. “Başkası” ise “Ben bu kadroya hak ederek atandım, bu güvene layık olmalıyım ve daha çok çalışmalıyım” diyebilir. İlgili ana bilim dalı, fakülte ve üniversite de “Kim olursa olsun iyi bir akademisyen kazandık” diyebilir. Bu senaryo gerçekçi mi? En azından ben bu senaryoya tanık oldum…
Ülkemiz, üniversitelerimiz ve hekimlerimiz için mutlu bir 2011 yılı olması dileği ile…