Yazılı ve görsel basını sürekli gözden geçiriyorum. Hiçbir gün yok ki, mesleğimizi ve meslektaşlarımızı inciten, tahkir eden, aşağılayan ve yaralayan bir haber bulunmasın. Bilerek ya da bilmeyerek, en küçük hadise büyütülüyor. Olayların gerçek olup olmadığı ve mahiyeti detaylıca araştırılmadan “Ateş olmayan yerden, duman tütmez” hesabıyla vaveyla kopartılıyor. Tabii bu arada, var mı bilemiyorum amma, toplum şuurunun etkilenmesi sonucu, primitif, zekâ yoksunu, karabasan ruhlu insan müsveddeleri tarafından hekimler dövülüyor, sövülüyor, pataklanıyor, bıçaklanıyor ve hak edenler (!) katlediliyorlar. Kimsenin de kılı kıpırdamıyor.
Devletin bir başka görevlisine, memuruna, incitici en küçük hareketi yapanlar soluğu hapishanede alırken, yine toplum şuuru, toplum mühendisliği ve “Hekim her zaman haksızdır!” sakat kafanın aşağılık ve embesil düşüncesinin toplumsal etkisi ile de, ne yazık ki, çoğu kez failler bir yolunu bulup adaletin pençesinden kurtulabilmektedirler.
Adalet demişken, birden aklıma geldi. Bu insanlar hâlâ adalet ile eşitliğin ne anlama geldiğinin farkında değiller. Eşitlik başka, adalet başkadır. Önemli olan adalettir. Adalette eşitlik olmayabilir. Ama insani haslet, adaleti gerektirir. Her eşitlikte de, adil olmak mümkün olmayabilir.
Bir beton işçisinin kalori ihtiyacı ile bir masa memurunun kalori ihtiyacı, eşitlik kafası ile hesaplanarak, ekmek-su tahsisi yapılamaz. Bu, eşitlik ilkesine uysa da, en büyük adaletsizlik olur. Emeğin ve terin karşılığı, kendi içindeki adaletle taksim edilmelidir.
İş, emek, ter ve külfeti dikkate almadan, nimet ve ekmeğin hesabını yapan gaflet, dalalet ve zillet içerisindeki kafaların, adaletten ve eşitlikten şikâyet edici feryadı figanları, tüylerimi diken diken ediyor.
İşgal ettikleri makamların ciddiyet, ehemmiyet ve nimetlerini göz ardı ederek, “Vurun abalıya” misali, meslektaşlarımın ekmeklerine göz dikmiş, kendilerinden daha çok maaş aldıklarını iddia ederek, kazançlarını dillerine pelesenk etmişlerdir. Memleketimizin hali bu işte.
Nerede ise ninelerimizin imtihana girse rahatlıkla kazanıp(!), okuyabilecekleri ve diploma alabilecekleri(!) bir program ya da bölümden mezun olan kişiler, büyük bir cüret ile benim meslektaşlarımın kazançları ile maaşları ile kendilerininkini mukayese eder oldu. İnsanların keşke, ter ve emeğe biraz saygıları olsa…
Bakıyorsunuz para babası bir hastane işletmecisi, bangır bangır bağırıyor. “Doktorlar çok kazanıyor, devlet memurlarından farkları ne? Neden muayenehane açıp para kazansınlar? Bu kadar insan maaşla geçiniyor da onlar neden geçinemiyor? Oysa ki biz para yatırıp, sağlık işletmeleri, hastahaneler kuruyoruz, devlete vergi veriyoruz. Katma değerimiz oluyor, gelsinler onlara iş verelim, çalışsınlar, bizim kazanmamız gerek, bu hak bizim hakkımızdır!” anlamındaki yırtınmaları, doktorları ırgat ve maraba olarak görmelerinin bir nişanesidir. Bütün bunlar “Sizi gidi aç gözlü, paragöz, burnu havada, kibirli, kendini bir şey sayan ve sanan doktorlar sizi! Önünüze ne koyarsak onu yiyeceksiniz!” demeye getiriyorlar.
Genellikle sıradan bir devlet memuruna, mükemmel tefriş edilmiş, şaşaalı makam odası, hususi sekreteri ve özel şoförlü makam aracı tahsis edilirken, yaklaşık otuz sene en ağır ve yoğun bir eğitim-öğretim periyodu geçiren hekimin oturacağı bir odası var mı acaba? Bu arada hemen sormak gerekir. Oturmaya zamanı var mı ki, oturacak odası olsun! Acil vaka için gece çağırıldığında bile, varsa kendi özel aracı ile yoksa bir başka araçla gitmek mecburiyetinde kalmaktadır.
Bazı hastanelerde, poliklinikler haricinde bu çilekeş meslektaşlarıma, yer darlığı ve var olan mekânların da hasta odasına tebdil edildiği gerekçeleri ile oda tahsis edilmemekte, meslektaşlarım küçücük bir odaya kadın-erkek demeden balık istifi gibi tıkıştırılmaktadır.
Kadın ve erkek meslektaşlarımın, bazı klinik ve servislerde, nöbetçi olsun veya olmasın, aynı tuvaleti ve banyoyu kullandıklarını hayret, ibret ve hicapla müşahade ediyorum.
Resmi ya da gayri resmi ağızlardan çıkan bazı sözleri de, bazen anlamakta zorlanıyorum.
Bu nasıl iştir?
Bu ne düşmanlık böyle! Anlamak mümkün değil!!!
Yeni bir rubaimiz ile yazımızı noktalayalım.
GÖNÜL!
Beyhude figan etme, gülde vefa yok gönül!
Zulmü Alemi sarsa, hüzne safa yok gönül!
Hicranın, ahın, sabrın, nakş olmuş kaderine,
Dermansız derde düştün, çare, şifa yok gönül!