Bir sahanın uzmanının uzun yıllar üzerinde kafa patlatarak ulaştığı özgün bir fikri değersizleştirmek için art niyetli bazı müslümanların kullandığı yöntemler vardır. Bunlardan birisi de hiç kuşkusuz o görüş sahibini susturmak ve toplum nezdinde itibarsızlaştırmak için “Bu zamana kadar kimse bilemedi de sen mi bildin?” söylemidir.
İlk bakışta kulağa hoş gelen ve oldukça da etkileyici olan bu retorik aslında içi boş bir söylemdir. Bu sözü söyleyenlerin tamamı kıskançlık ve haset duygularıyla hareket ettikleri, cahilce bir tavır sergiledikleri, dünyadaki gerçeklerin ve değişimin farkında olmadıkları ve Hz. Peygamber’in şu uyarısını göz ardı ettikleri için böyle konuşmaktadır:
“Allah, benim sözümü işitip kavrayan, sonra da işittiği gibi başkalarına aktaran kimsenin yüzünü ak etsin (onu cennetine koysun!) Kendisine sözlerim ulaştırılan niceleri vardır ki, sözlerimi dinleyenlerden daha kavrayışlıdırlar. Yine niceleri vardır ki, derin bilgili ve anlayış sahibi olmadıkları halde kendilerinden daha derin anlayışlı olanlara bilgi taşırlar.”[1]
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber kendi sözlerinin gelecek nesillere ulaştırılmasını tavsiye etmektedir. O, bunu yaparken sözlerini daha iyi anlayıp yorumlayabilecek, hadisin inceliklerine nüfuz edebilecek, sözünün maksadını daha iyi kavrayabilecek derin anlayış sahibi kimselerin ilerleyen yıllarda gelebileceğine dikkat çekmekte ve her dönemde böyle mü’minlerin olabileceğini ima, ihsas ve işaret etmektedir.
Hâl böyleyken sanki bu hadis hiç söylenmemiş gibi davranmak, Kur’ân ve sünnetin doğru anlaşılması için gayret gösteren İslam âlimlerine saldırmak, içtihadı öldürmek, ilmî gelişmelerin önüne set çekmek, körü körüne hatalı/yanlış/sapkın düşünceleri sahiplenip savunmaya devam etmek kesinlikle doğru değildir.
Bu itibarla o söyleme sarılan kimselere düşen görev, belden aşağı vurmak yerine, tutarlı ve ikna edici bilgi, belge ve kanıtlarla düşüncelerini ortaya koymak, karşıt görüşü çürütmek ve takdiri de kamuoyuna bırakmak olmalıdır.
Dolayısıyla mezkûr hadisi unutarak ya da görmezlikten gelerek farklı düşünceleri boğmaya çalışmak, âyet ve sahih hadislerin ışığında uzun yıllar kafa yorarak çağın problemlerine yeni çözümler üreten âlimleri sindirmek İslâmî bir tavır değildir. Çünkü Hz. Peygamber, yukarıdaki sözüyle bir gerçeği haber vermekte ve “ilerleyen yıllarda gelecek derin kavrayış sahiplerine sözlerinin ulaştırılmasını” tavsiye etmektedir. Bu itibarla, her dönemde sağlam muhakeme yeteneğiyle dinî meseleleri analiz edip çözümler üretecek basiret ve firaset sahibi mü’minler -sayıları az da olsa- olacaktır.
Çünkü Kur’ân-ı Kerim, “derin anlayış, basiret ve feraset sahibi olmanın” önemine dikkat çekmekte, tıpkı peygamberlerin yaptığı gibi mü’minlerin de dualarında bu hususa yer vermelerini ve Yüce Allah’tan böyle bir talepte bulunmalarını tembihlemektedir.
“Rabbim! Bana (doğruyla eğrinin ne olduğuna) hükmedebilme bilgi ve (sağlam bir muhakeme) yeteneği bağışla. Beni dürüst ve erdemli insanların arasına kat. Gerçeği benden sonrakilere ulaştırabilme gücü ver. Beni nimetlerle dolu has bahçenin varislerinden biri yap!”[2]
Görüldüğü üzere sağlam ve sarsılmaz muhakeme yeteneğine sahip olabilmek ve bu yetenek sayesinde fikirleri, kişileri ve hâdiseleri çok yönlü/boyutlu analiz edebilmek önemlidir. Bu ise ancak sürekli işletilen bir akılla/beyinle, doğru kaynaklardan beslenmekle, çok okunarak gerçekleştirilen sağlıklı tefekkürle, karşıt düşünceyi öğrenip ona alternatif düşünceler üretmekle ve çalıştığı sahada iyice uzmanlaşıp derinleşmekle mümkün olabilir.
Yüce Kur’ân, böyle bir anlayış kapasitesine sahip olabilmek için yapılması gerekenleri şöyle açıklamaktadır.
“Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı sorumluluklarınızın bilincinde olursanız, O, size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış kuvveti verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah, büyük lütuf sahibidir.”[3]
“İşte bunda feraset/güçlü anlayış sahipleri için işaretler vardır.”[4]
Görüldüğü üzere müttakî (sorumluluk sahibi) olanlara keskin bir kavrayış gücünün verileceği Yüce Allah’ın bir vaadidir/müjdesidir. Dolayısıyla herkesin bu seviyeye gelebilmesi için öncelikle sağlam iman sahibi olması, sâlih ameller işlemeye devam etmesi, haramlardan uzaklaşması, sonrasında da ihlasla sorumluluklarının gereğini yerine getirmesi şarttır. Bunu yapmayarak zihin dünyalarını kirleten, anlayış seviyelerini düşüren, kalplerini taşlaştıran/karbonlaştıran, vicdanlarını karartan, dünyevî endişelerle hareket eden, sağlıksız kaynaklardan beslenerek anlama, kavrama, sezme, yorumlama, analiz etme melekelerini dumûra uğratan, kısaca selim aklın rehberliğini terk edenlerin suçlamaları gereken yalnızca kendileridir. Sonuç olarak, “Bu zamana kadar kimse bilemedi de sen mi bildin?” diyerek ihlaslı ve müttakî gerçek İslam âlimlerini susturmaya çalışmak, fikirlerini değersizleştirmek ve gerçeklerin ortaya çıkmasına mani olmak ciddi vebaldir. Böyle yapanların hatalarından vazgeçmeleri kendi lehlerinedir. Aksi takdirde Hz. Muhammed’in; “Niceleri vardır ki, derin bilgili ve anlayış sahibi olmadıkları halde kendilerinden daha derin anlayışlı olanlara bilgi taşırlar” sözüne karşı gelerek “sünnet ve hadis düşmanlığı” yaptıklarını bilmeleri uygun olacaktır.
[1] Tirmizî, 39/İlim 7 (V, 34), nr: 2657, 2658; İbn Mâce, Mukaddime 18, (I, 84-85), nr: 230-233; 25/Menâsik 76 (II, 1015-1016), nr: 3056; Dârimî, Mukaddime 24 (I, 65-66), nr: 233-236; İbn Hanbel, I, 437, III, 225, IV, 80, 82, V, 183).
[2] eş-Şuarâ 26/83-85.
[3] el-Enfâl 8/29.
[4] el-Hicr 15/75.