If I have seen further, it is by standing on the shoulders of giants.
[Eğer ileriyi görmüşsem, bu devlerin omuzlarına basarak olmuştur.]
Isaac Newton (1642-1727)
Bugünden başlayarak sizlere bir masal anlatacağım. Medimagazin okuyucuları çoğunluk itibarı ile sağlık çalışanları olduğu için bu yazı serisinin üst başlığı “Büyüklere Masallar” olacak. Bu masallar size bir yerlerden aşina –bildik- gelebilir, çünkü aslında hepimiz bu masallarla büyüdük. Malumunuz masal, “Genellikle halkın yarattığı, hayale dayanan, sözlü gelenekte yaşayan, çoğunlukla insanlar, hayvanlar ile cadı, cin, dev, peri vb. varlıkların başından geçen olağanüstü olayları anlatan edebî tür” olarak tarif edilir. Benim anlatacağım masal da hayale dayanıyor, fakat bu masallar halk tarafından değil, önünde akademik kariyeri olan kişiler tarafından ‘yaratılmış’ ve sözlü değil ‘yazılı gelenekte’ yaşıyor. Bu masalın da, hayvanlar, cadılar, cinler, devler ve periler olmasa da kahramanları olacak.
Sözünü ettiğim masal bundan 200 yıl kadar önce yazılmaya başlanmış ve hâlâ da yazılmaya devam ediyor. Masal o kadar yaygınlaşmış ve dünya ölçeğinde herkes tarafından o kadar bilinir hale gelmiş ki, artık o masalı yazanlar bile bu masalın gerçek olduğuna inanır olmuş. Ve sonunda, bir masal olarak başlayan şey bir paradigma –veya ön kabul- haline gelmiş ve hiç kimse bu masalı da, masal kahramanlarını da sorgulayamaz olmuş.
Günümüzden 200-250 yıl kadar önce, Avrupa ülkelerinden herhangi birisinin orta yerinde, ortaçağ karanlığından birkaç yüzyıl önce çıkmış olmanın etkisindeki insanlar bir yandan gözlerinin “Doğu’dan” gelen ışığa alışmış olması, bir yandan da Kilise baskısından iyice kurtulmuş olmanın etkisiyle kendilerine gelmiş durumdadır. İkinci yüzyılda başlayan ve 15. yüzyıla kadar süren Kilise baskısı nihayet Kilise’nin yüzyıllardır devam ettirdiği ve Roma İmparatorluğu’ndan başlayıp (Roma Katolik Kilisesi), Britanya İmparatorluğu (Anglikan Kilisesi), Rus ve Yunan İmparatorlukları (Ortadoks Kiliseleri) ile devam eden ‘dini siyasete alet etme’ çabasının boşa çıktığını anlaması ile sona erer. Tabii bu ‘sona eriş’ aslında Kilise’nin yenilgisi olmayıp, Kilise ile mevcut –ve gelecekteki- siyasi otoritelerin karşılıklı anlaşmasından ibaretti. Bu anlaşmaya göre Kilise bir daha siyasi otoritenin işlerine burnunu sokmayacak –veya sokuyormuş gibi yapsa da ciddiye alınmaması durumunda bozulmayacak-, siyasi otoriteler de Kilise’nin ‘dünyalığını’ –yani mal mülk ve para kaynaklarını- kesmeyecekti.
Bu şekilde ‘özgürleşen’ Avrupa herşeye ‘yeniden’ –yani sıfırdan- başlamaya karar verir. Bu bağlamda önce geçmişine bir bakar ve kendini ‘yeniden tanımlar’. Bu tanımlamada en belirleyici olan kavram ‘Batı’/‘Batı Medeniyeti’ olup, kendileri tarafından bu kavram kabaca “Yahudi-Hıristiyan geleneğe sahip olup Aristo Felsefesini takip eden insanlar topluluğu” olarak tanımlanmış. Böylece kendilerinden binlerce yıl daha eski geleneğe sahip Çin, Hindistan ve Uzak Doğu bir kalemde çizilmekle kalmamış, kendilerinden daha yeni olduğu halde çok daha parlak ve üstün bir medeniyet oluşturmuş Anadolu, Ortadoğu ve Orta Asya’daki Arap-Fars-Türk İslam devletleri de diskalifiye edilmiş. O güne kadar kendi içinde birbirini yiyen, savaş üstüne savaş yapan, krallar ve derebeylerinin altında yaşayan ve hiçbir medeniyet veya imparatorluğa ev sahipliği yapamamış olan Avrupa, o dönemin en güçlü devleti olan ve Bizans’ın başkenti Konstantinapol’ü fethedip ‘İslambol’ yapan Osmanlı Devletinin zaafiyetinden de yararlanarak, karşıtı olarak tanımladığı ‘Doğu’yu kaba kuvvet ve savaş ile yenemeyeceğini anlayıp, onu “bilim” ile –ilim değil- yenmeye karar verir. Yani “kalemin kılıçtan keskin olduğunu” keşfeder.
Böylece Batı, yüzyıllardır ayrı diyarlarda yaşadığı, Kilise’nin yaklaşmasına izin vermediği “bilim”e kavuşur ve ilk iş olarak bilime yeni bir tanımlama getirir. Bu tanımlamanın en temel unsurlarından birisi din ile bilimin birbirine zıt kavramlar olduğuydu. Daha sonra defaatle temas edeceğimiz gibi, yeni oluşturdukları paradigma “evrende güzel olan ne varsa menşeinin Batı’da olmasını ve kavramların Batı literatüründe tanımladığı şekli ile anlaşılmasını” gerektirdiği için burada ‘din’ olarak kastedilenin Hıristiyanlık ve Yahudilik olmasına rağmen daha sonra “kurunun yanında yaşın da yanması” misali ‘başka bir din’ de ‘güme gitmiştir’. Oysa bunun böyle olduğunu anlamak için Bertnard Russel’ın Din ve Bilim kitabına bakmak yeterli olacaktı. Russel kitabında dine demediğini bırakmazken din ile ilgili verdiği bütün örnekleri İncil ve Tevrat’tan almıştı. Zira onun da kendinden önceki bütün din karşıtı Batı felsefecileri gibi dinden anladığı Hıristiyanlık ve Yahudilik olup, başka bir dini ne tanır ne de bilirdi.
Böylece bilimi ‘yeniden bulan’ Batı, bu ‘bilimsel düşünce’ ışığında bütün kavramları yeniden tanımlayıp tarihi yeniden yazmaya karar verir. 17. yüzyılın sonlarında John Locke, Thomas Hobbes ve Rene Descartes’in ortaya attığı ‘orijinal’ –fakat doğruluğu ve yararı sorgulanabilir- fikirler ile şekillenen bu bakış açısı 19. yüzyılın başından başlayarak bir ‘bilim tarihi’ yazar. Akademik bir alan olarak William Whewell’in 1837’de yazdığı History of Inductive Sciences ile başlayan, fakat bağımsız bir disiplin olarak 1919’da Chicago Üniversitesi tarafından yayınlanmaya başlanan Isis (Eski Mısır’da, Eski Yunan’da ve Roma İmparatorluğu’nda bir tanrıça. –Bir bilim tarihi dergisi için oldukça ilginç bir isim!-) adlı dergi ve 1927’de George Sarton’ın yazdığı Introduction to the History of Science adlı kitap ile ortaya çıkan “Bilim Tarihi” benim size anlatacağım masalın temel kaynağını teşkil ediyor olacak.
Tıp fakültelerinde tıp tarihi dersleri anlatan birisi olarak geçen yıllar içinde fark ettiğim ve sizlerle de paylaşmak istediğim bu masalın sizin de ilginizi çekeceğini tahmin ediyorum. Bu hafta bir başlangıç yaptım, haftaya pijamalarınızı giyip bu masalın ilk bölümünü dinlemek üzere hepinizi ‘köşeme’ bekliyorum…
Haftaya: “Tarih Sümer’le Başlar”mış!