“History is the version of past events that people have decided to agree upon.”
[Tarih, geçmişteki olayların insanların üzerinde uzlaşmaya karar verdiği versiyonudur.]
Napoleon Bonaparte (1769 – 1821)
Geçen hafta “Büyüklere Masallar” başlığı altında bir yazı serisine başlamıştım. “Giriş” yazısını yazdığım geçen hafta, tıp fakültelerinde tıp tarihi dersleri anlatan birisi olarak geçen yıllar içinde fark ettiğim, 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da yazılmaya başlanan bu masalı sizlerle de paylaşmak istediğimi, bu masalın sizlerinde ilgisini çekeceğini tahmin ettiğimi söyleyerek sözlerimi bitirmiştim. Daha önce yazdığım gibi bu masalın ana kaynağını teşkil eden şey, yine 19. yüzyıl gibi yakın bir dönemin ürünü olan “bilim tarihi” olacak. İsterseniz bu masalın ana fikrini de hemen söyleyeyim ki okuyucu bu seriyi takip edip etmeme kararını baştan versin, böylece kimsenin değerli zamanını da harcamış olmayayım. Bu masalın ana fikri: Bilim tarihi adı altında yazılmış olan ve bize doğruymuş gibi öğretilen –ve bir tıp tarihçisi olarak benim de bugüne kadar öğrettiğim- bilgiler aslında belli bir hedef –veya ideolojinin yüceltilmesi- gözetilerek yazılmış, içinde gerçeklerle yalanların harman edildiği bir masal külliyatıdır.
Aslında tarih denilen şeyin de büyük ölçüde böyle bir şey olduğunu söylemek mümkün. Can Dündar 12 Ocak 2008 tarihli Milliyet gazetesindeki köşesinde “Tarih, muzafferlerin kitabıdır. Bir hesaplaşma yatağıdır. Neyi, ne zaman ve ne kadar bilmemiz gerektiğini tarihi yazanlar belirler. Fazlasını sormak, başınıza iş açar. Belgeler de, tanıklar da, çoğu zaman tarihi yazanlardan yana yontar bildiklerini… O yüzden tarih susar bazen ya da abartılı konuşur; niye öyle yaptığını ancak bilenler bilir.” demiş ve yazısını “Tarihin muzafferlerin kitabı olduğunu biliyoruz; ama yine de ona güvenmek istiyoruz. İntikam hesaplarından, klik hesaplaşmalarından arınmış, kendiyle barışmış, kin tutmayan, objektif bir tarihin ve önyargısız, sansürsüz, eksiksiz bilginin hasretini çekiyoruz” diye bitirmiş. İşte ben de tam da bunu söylemeye çalışıyordum; Bugün elimizde var olan ve büyük ölçüde İngiliz, Fransız ve Alman bilim tarihçileri tarafından yazılmış olan bilim tarihi kitapları, 17. yüzyıldan itibaren kendilerini dünyanın “muzafferi” olarak gören Batılıların, Doğu’ya (İslam dünyasına –Türklere, Araplara, Farslara-, Çinlilere ve diğer Asya Medeniyetlerine) karşı beslediği “intikam” duygusu ile yazmış olduğu birer “hesaplaşma” metnidir. Bu metinde güdülen en büyük hedef, başta kendi halkları olmak üzere bütün insanlığı iyi ve güzel olan her şeyin kaynağının Batı’da olduğuna inandırmak ve her türlü bilimsel bilginin başlangıcının ve her disiplinin ‘babası’nın Batılı olduğunu ispatlamak. Hatırlayanlar olacaktır, daha önce bu köşede yer alan “Tıbba Baba Aranıyor” başlıklı yazımda ‘babalar’ arasında en baba sayılan Tıbbın Babası Hipokrat’ın babalığını sorgulamıştım. Bu hafta da, Can Dündar’ın deyimiyle “başıma iş açmak” pahasına bu masalın bir episodunu sorgulamak istiyorum.
Malum, meşhur bir klişe vardır “tarih yazı ile başlar” Yazının bulunmasından önceki döneme “tarih öncesi dönem” denir. Bizim de tıp tarihi derslerindeki ilk konumuz “tarih öncesi çağlarda tıp”dır. Sonra “Mezopotamya’da tıp”ı anlatırız ve bu bahiste yazının M.Ö. 3000’ler civarında Sümerliler tarafından bulunduğunu söyler ve M.Ö. 2000’de çivi yazısı ile yazılmış bir taş tableti göstererek “Arkadaşlar işte tarihin ilk tıp kitabını görüyorsunuz” deriz. Sonra, Eski Mısır’da tıp konularını anlatırken papirüslerden bahseder ve M.Ö. 1850’de yazıldığı düşünülen ve daha çok jinekoloji kitabını andıran Kahun Papirüsü’nün resmini gösteririz. Ondan sonra Çin tıbbını anlatırız ve orada da M.Ö. 3000’de yaşamış olan Çin İmparatoru Shen Nung’dan söz eder, onun aynı zamanda bir hekim olduğunu söyler ve kendisinin yazdığı meşhur tıp kitabı Pen Tsao (Büyük Kitap)’dan resimler gösteririz. Tabii bu arada, Shen Nung’dan daha sonraki yıllarda yaşamış başka bir Çin imparatoru olan Hwang Ti’nin yazdığı Nei Ching (M.Ö. 2650)’in bütün Çin tıp eserlerinin kaynağı olarak kabul edildiğini, İngilizce tercümesi yakın tarihlerde yayınlanan bu eserde “Çinlilerin Harvey’den binyıllar önce kan dolaşımını bildiklerine dair açık ifadeler bulunmaktadır” deriz. (Kitapta; “Vücuttaki bütün kan kalbin kontrolü altındadır…… Kanın akışı sürekli bir devridaim şeklindedir ve asla durmaz” denmektedir. Batılıların bu “önce biz bulduk” aldatmacasına daha sonra uzunca yer vereceğim için şimdilik bu kadar söylemekle yetiniyorum.)
Tabii karşımızdaki tıp öğrencisi, akıllı çocuklar. Analitik düşünmeye ve sorgulamaya alışmışlar. Soruyorlar; “Hocam, bize tarihin ilk tıp kitabı diye bir taş parçasını gösterdiniz. Arkasından da yaklaşık aynı tarihlerde (Zira milattan önce binli yıllara gidildiğinde birkaç yüzyılın fazla kayda değer olmadığını onlara söyleyen de benim.) Çin’de ve Mısır’da yazılmış koca koca kitaplardan bahsettiniz. Bu nasıl oluyor da oluyor?” Hocalığımın ilk yıllarında biraz ‘acemilikten’ biraz da Batı’da doktorasını yapıp gelmiş olmanın verdiği ‘körlük’ ile “Arkadaşlar bilim dünyası bu konuyu tartışmış ve bu sonuca varmış.” diyordum. Yine soruyorlardı; “Taş parçasına yazdıkları bir kaç satır için yazıyı Sümerliler buldu dediniz ama diğerleri benzer zamanlarda kitap YAZIYORmuş.” Ama Batı medeniyetine ‘sadık’ bir bilimadamı olarak bendeki cevap değişmiyordu. Daha önce yazdığım gibi, geçen yıllar içinde bu sorular benimde içimi kemirmeye başladı ve cevapları aramaya başladım.
Ve şimdi bulduğum cevabı sizlerle paylaşmak istiyorum; Yazının Sümerliler tarafından bulunması da bu büyük masalın bir parçasıdır. Sözünü ettiğim bu 17. yüzyıl sonrası tarihcileri, tarihin yazı ile başladığı tezini ortaya atınca yazının ilk olarak kimler tarafından kullanıldığını araştırmışlar. Karşılarına aynı yüzyıllarda –M.Ö. 30. yüzyıl civarı- pek çok farklı coğrafyada –Çin, Mısır, Lübnan ve Aşağı Mezopotamya- yazının kullanıldığı gerçeği çıkınca, bunlardan hangisine “yazıyı ilk bulan millet/medeniyet payesi”ni versek diye düşünmeye başlamışlar ve çıkış noktaları olan “iyi ve güzel olan her şeyin kaynağının Batı’da olduğu ve her türlü bilimsel bilginin başlangıcının ve her disiplinin ‘babası’nın Batılı olduğunu” prensibini kullanarak bu payeyi Sümerlilere vermeye karar vermişler. Neden Çin, Mısır veya Lübnan değil? diye soracak olursanız; çünkü bütün bu sözü edilen milletlerin torunları hâlâ yaşamaktalar, bu mirası sahiplenecek durumdalar ve hepsi de non-Western’ler (Batı dışılar). Oysa Sümerliler nesli tükenmiş, mirası ortada kalmış –veya paylaşılmış- bir medeniyet. Aynı yüzyıllarda kendi coğrafyalarında medeniyetin ‘M’sini ve yazının ‘Y’sini bulamayan Batı tarihcileri böylece tarihi Sümer’den başlatmış ve herkesi de buna güzelce inandırmış.
Onlara sorsanız şöyle diyecektir: “Çin ve Mısır yazısı şekil yazısıydı, Sümerlilerinki ise harf yazısıydı.” Ne fark eder ki? Yazı eğer duygu, düşünce veya bilginin sözsüz olarak, bir materyal –kağıt, tahta, taş, vs.- üzerine kaydedilip aktarılmasıysa Çinlilerin ve Mısırlılarınki de bal gibi yazıydı. Ama onların adetidir önce amaca uygun bir kavram tanımlaması yaparlar sonra sizi bu tanıma uymaya zorlarlar. Buna daha pek çok örnek var, hepsini bu yazıda veremem. Nefesimiz yeterse, Medimagazin yazı işleri imkan verirse ve sizlerden de talep olursa bu masala devam edeceğim. Ne demiş şair: “Kalmasın Allahım alemde, hiçbir hakikat nihan!”
Haftaya: Batı’nın Antik Yunan’a Olan Hayranlığı!