“Büyükler neden büyüktür, bilir misiniz?
Biz, dizlerimizin üstüne çökmüşüz de ondan. Artık ayağa kalkalım!”
Max Stirner (1806-1856; Alman düşünür]
Üç haftadır devam ettiğimiz “Büyüklere Masallar” serimizin daha önceki bölümlerini kısaca özetlemek gerekirse;
18. yüzyılın başlarında Orta Çağ karanlığından çıkan ve ‘başına gelenleri’ Hıristiyanlığın şahsında dinden ve genelde Doğu, özelde ise İslam dünyasından bilen Batı her şeyi sil baştan yazmaya karar verir, bu yazılan metine biz “Büyüklere Masallar” diyoruz.
Bu masalın temel kitabı bilim tarihi külliyatıdır.
Bugün elimizdeki bilim tarihi kitapları Doğu medeniyetlerine, özellikle de İslam dünyasına karşı beslenen intikam duygusuyla yazılmış birer hesaplaşma metnidir.
Tarih yazı ile başlar; yazıyı Sümerler bulmuştur; öyleyse tarih Sümerlerle başlar bilgisi doğru değildir. Yazı daha önceki devirlerde Mısır, Çin ve Lübnan bölgelerinde kullanılmış fakat Avrupalı tarihçiler “ilk yazıyı bulanlar” payesini kasıtlı olarak Eski Mısır veya Eski Çinlilere vermemişlerdir.
Batı dünyası Antik Yunan’a hayrandır. Bunun sebebi ‘kendilerinden’ sayabilecekleri en eski medeniyetin Antik Yunan medeniyeti olmasındandır.
Antik Yunan’da yaşayan ve farklı disiplinlerin ‘babası’ ilan edilen şahısların hem ‘babalıkları’ hem de yazdıkları kitapların orijinallikleri son derece şüphelidir. Kendi amaçlarına uydurmak için kutsal metinleri bile tahrif etmekten –değiştirmekten- çekinmeyen Batı medeniyetinin genelde tarih, özelde ise bilim tarihi diye dünyaya anlattığı şeyler doğru ile yanlışın, gerçekle yalanın birbirine karıştığı bir masaldan ibarettir.
Bundan önceki bölümlerde yazdıklarımızdan çıkan en belirgin unsurlardan birisi gerek Antik Yunan âlimlerinin gerekse 16. yüzyıldan sonra zuhur edip eser veren bilim adamlarının ortaya koydukları düşünce ve buluşları sunarken kendinden önce gelen ve benzer konularda çalışmış olan Doğulu âlimlere hiç atıfta bulunmamasıydı. Yani Batılı bilim adamları ve bilim tarihçileri başta Müslümanlar olmak üzere bütün Doğulu âlimleri görmezden gelerek yok saymıştır. Bunun temel sebebi, daha önce defalarca dile getirmeye çalıştığım Batı Medeniyeti paradigmasında Batılılar dışında hiçbir unsura yer olmamasıydı.
Ancak bu konuda bazı Doğulu Müslüman âlimlere ayrıcalık tanındığını görmekteyiz. Bunların kim olduğunu ve neden bunlara ‘iltimas’ geçildiğini söylemeden önce Batılı bilim tarihçilerinin bir başka ‘marifetini’ sizlerle paylaşmak isterim. Malum 9.-12. yüzyıllar arası Anadolu, Orta Asya, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve İspanya’nın güneyinde (Endülüs) bütün ön yargılarına ve taassuplarına rağmen Avrupalı bilim tarihçilerinin bile göz ardı edemeyeceği ihtişama sahip bir İslam medeniyeti hüküm sürmüştü. Mimarisi, mühendisliği, ekonomisi, siyaseti, askeriyesi ve ilmi seviyesi ile çok yüksek bir düzeydeki bu medeniyeti kitaplarında yer vermekten başka çaresi olmayan Avrupalılar, bu noktada da bir ‘cinlik’ yapıp, bu dönem medeniyetine Arap medeniyeti, bu dönemde yaşayan âlimlere de Arap âlimler demiştir. Örneğin tıp tarihinde bu dönemi “Arap tıbbı” diye anlatmışlardır. Yani aralarında Arap, Türk, İranlı ve Hintli âlimlerin olduğu ve en belirgin ortak özellikleri Müslüman olmak olan bu zümreyi ‘Araplar’ diye çağırmışlardı. Bunun sebebi ise kendi medeniyetinin en büyük düşmanı olarak gördüğü Müslümanlara bu payeyi vermemek ve günü geldiğinde karşılaşmak ve karalamak gerektiğinde pek çok milleti karşılarına almak yerine sadece tek bir milleti almaktı.
İşte bu ‘Araplar’ arasında bazıları, istisnai olarak, Avrupalılar tarafından hüsnü kabul gördüler ve onlardan daha başarılı ve parlak ‘Arap âlimler’ olduğu halde onlar yok sayılıp bazılarının kitapları Latinceye ve diğer Avrupa dillerine tercüme edilerek yüzyıllarca Batı’daki üniversitelerde okutuldu. Bunlardan en çok bilinenleri, isimleri yazının başlığında da yer alan Farabi (870-950; Farab/Türkistan; Türk), İbni Rüşd (1126-1198; Kurtuba/Endülüs; Arap) ve İbni Sina (980-1037; Buhara/Özbekistan; Fars)’dır. Tabii bunları kendi literatürlerine almadan önce onların isimlerini Alfarabius, Averros ve Avicenna olarak değiştirirler. Acaba, tarihte, hele ki bilim tarihinde hiç rastlanmayan özel isimlerin değiştirilmesi uygulaması bu ve benzeri Müslüman âlimlere neden gerek görülmüştür? Yani biz Louis Pasteur’e İdris Pastırma demezken onlar neden bu isimleri değiştirmişler? Cevap: Bu âlimlerin yazdığı kitapları okuyanların o kişilerin Arap/Müslüman/Doğulu olduğunu alamamaları için. Dikkat edilirse seçilen isimler kulağa Yunanca, İtalyanca veya Latince gibi gelenler arasından seçilmiştir. Yurt dışında katıldığım bir seminerde bu dönemde yaşayan Müslüman âlimlerin birden fazla farklı isimle anıldığının hatta bir Müslüman âlimin 15 farklı isimle anıldığını dinlemiştim. Konuşmacı bunun sebebini de, “Söz konusu âlimlere sıkça atıfta bulunmak gerektiğinde onların ne kadar da çok eser yazdığı ve orijinal fikir ortaya koyduğu anlaşılmaması için” diye açıklamıştı. Siz de benim gibi “Pes doğrusu!” dediniz değil mi?
Geçen haftaki yazımın sonunda haftaya “Neden İbni Sina, Farabi ve İbn-i Rüşd?”sorusunun cevabını vereceğimi söylemiştim ama köşemin sınırları yetmedi. Bu sorunun cevabını bir sonraki yazıda vermek üzere…
Haftaya: Neden İbn-i Sina, Farabi ve İbn-i Rüşd?