Neden İbn-i Sina, Farabi ve İbn-i Rüşd?
Dört haftadan bu yana devam ettiğimiz ‘Büyüklere Masallar’ yazı serisini geçen haftadan devamla; “İlkesel olarak genelde Doğulu, özelde de Müslüman âlimlere literatürlerinde kasıtlı olarak yer vermeyen, onları ve verdiği eserleri yok sayan Avrupalı bilim adamları ve bilim tarihçilerinin neden Farabi (Alfarabius), İbn-i Rüşd (Averros) ve İbn-i Sina (Avicenna)’ya böylesine teveccüh etmişler ve eserlerini Avrupa dillerine çevirerek yüzyıllar boyu üniversitelerinde okutmuşlardır?” sorusuna kendimce cevap vererek bitirmek istiyorum. Daha önce bu köşede yazdıklarım, ama özellikle de bu yazı dizisi ile ortaya koymaya çalıştıklarım şüphesiz bundan sonra yazacağım yazıların rengini de belirleyecek. Zira geçtiğimiz haftalarda yazdıklarım ile açıkça ortaya koymaya çalıştığım gibi, son 200 yıldır bizler “bilim” ve “bilimsellik” adı altında Batı’nın oluşturduğu bir paradigmanın –değerler dizisinin- figüranları olarak ve mütemadiyen kulağımıza anlatılan bir masal ile ‘uyutuluyoruz’. Geçen haftaki yazıma serlevha yaptığım Alman düşünür Max Stirner’in “Büyükler neden büyüktür, bilir misiniz? Biz, dizlerimizin üstüne çökmüşüz de ondan. Artık ayağa kalkalım!” sözünde ifade edildiği gibi, biz yaklaşık iki yüzyıldır bilim dünyası olarak yalnızca dizlerimizin üzerine çökmedik, yan gelip yatarak uyutulduk. Dolayısıyla da etrafımızın ‘büyüklerle’ dolu olduğunu sandık. Herkesin uykusu kendine, başka milletleri bilmem, ama ben bu topraklarda yaşayan bilim adamları ve onu takiben bütün fertlerin artık “uyanıp ayağa kalkmasının zamanı geldi” diye düşünüyorum. Yani bundan sonraki yazılarımda da bu ‘masallar’ ve ‘iflah olmaz masal yazarları’nı sıklıkla konu edeceğim.
Yukarıdaki sorunun –kendimce- cevabını vermeden önce şunu altını çizerek belirtmek isterim ki; biraz sonra yapacağım tespitler tamamen literatüre dayalı olup doğrudan şahsi görüşlerimi yansıttığı anlamına gelmemelidir. Yani adı geçecek âlimlerle hiçbir alıp-veremediğim olmadığı gibi onarı değersiz görmem veya onları kötüleme amacımın olması gibi bir şey de söz konusu değildir. Yapacağım alıntılar bu âlimlerin kitaplarından veya onlar hakkında yazılmış olan makalelerden olup, yorumsuz olarak verilecektir. İsteyenlere de kaynakları iletmem mümkündür. “Sapla samanın karıştırıldığı”, “Niyet okumanın bir meslek haline geldiği” bir camiada bu açıklamayı yapma gereğini duydum.
Bu üç Müslüman âlim Batı’da itibar gördü ve kitapları yüzyıllarca Avrupa’da okutuldu çünkü:
“Bu âlimler her ne kadar Müslüman bile olsalar temel İslam inancına aykırı söylemlere sahipti.”
“Bu âlimler İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sözlerinden daha fazla Yunan felsefecilerin yazdıklarına ve sözlerine bağlı idiler.”
“İbn-i Rüşd Aristo’nun ‘Madde-Form’ kuramını benimser ve Tanrı’nın varlık üzerindeki tek etkisinin ilk hareketi vermekle sınırlı olduğunu belirtir. Ona göre Tanrı kâinata ilk hareketi verendir. Ondan sonra kâinat kendi kendini idare edip yönetmiştir.”
“Farabi Aristo’nun felsefesinin de etkisiyle Tanrı konusunda şöyle der: “Tanrı kendi kendisini biliyor demek, kendi kendisini düşünüyor demektir. Tanrı kendi kendisini düşünüyor demek, yaratıklara varlıklarını veriyor demektir. Yaratıklar, Tanrı’ya en yakın varlıklar olan ‘Akıllar’ halinde Tanrı’dan çıkıp varlığa gelirler. Tanrı’ya en uzak olan varlık, belirsizlik demek olan ‘Madde’dir.”
“İbn-i Sina, kâinatın, Tanrı’nın müdahalesi ve gayesi olmaksızın meydana geldiğini iddia eder. İbn-i Sina sisteminde, âlem, ilk sebep ve sebeplerin sebebi olan Tanrı’dan yayılır. Ancak bu oluşta Tanrı için bir gaye söz konusu değildir.”
“İbn-i Sina’ya göre âlem, Tanrı’yla birlikte ezeli, yani başlangıçsızdır. Âlem, Tanrı’nın içinde, bir çocuğun anne karnında olması gibi, Tanrı’yla birlikte hep vardı, meydana gelmesi bir doğum olayı şeklinde açığa çıkmasıdır. Yani İbn-i Sina’ya göre, Tanrı âlemi yoktan var etmemiş, kelimenin tam anlamıyla ‘doğum yapmıştır’. Ve bu doğum bir dişinin ister, istemez doğurması gibi, Tanrı’nın iradesi dışında meydana gelmiştir.”
“Farabi’ye göre, Tanrı hiçbir şeyi yoktan yaratmamıştır, hatta hiçbir şeyden haberi olmadığı gibi herhangi bir şeyin meydana gelmesinde veya gelmemesinde etken de değildir. Zira bu görüşe göre yaratıklar, istese de istemese de kendisinden ‘sudur’ yani fışkırmak suretiyle varlığa gelmektedir; Tanrı aynı zamanda kendi zatından başkasını bilmemekte, yani kâinatın varlığı konusunda bir bilgisi bulunmamaktadır.”
“İbn-i Rüşd Aristo’nun hakikate vahiy olmaksızın ulaştığına inanıyordu. Onun gözünde Aristo, hikmeti kavramada adeta erişilmez doruk noktasını temsil ediyordu.”
“Farabi, filozof – peygamber karşılaştırması yapar ve üstünlük önceliğini birincisine verir. Bu görüşündeki delili de peygamberin, isteği ve arzusu olmadığı bir durumda vahiy aldığı, hâlbuki filozofun çalışıp, gayret sarf ederek ilâhi bilgiyi (hakikati) elde ettiği, bu nedenle çalışanın çalışmayandan her zaman üstün olacağı biçimindedir.”
“Aristo’nun ‘Münfail Akıl’ ve ‘Faal Akıl’ görüşünden hareket eden Farabi, peygamberleri vahiy alan kimseler değil de, hayal kuran kimseler olarak tanımlamaktadır.”
“Farabi filozofun, hakikati açık ve tam olarak bildirmesine karşılık, muhatabı halk olduğu için, peygamberlerin halkı ahlak ve erdeme çekebilmek için, cennet, cehennem, hesap günü gibi aslı olamayan sembolik şeyleri kullandığını, asıl amacının filozofun yapmaya çalıştığının en basit şekli olduğunu belirtir.”
“İbn-i Sina, peygamberlikle ilgili olarak, peygamberin Cebrail gibi bir varlıkla görüşmesinin imkânsız olduğunu, çünkü peygamberliğin bir tür parapsikolojik ve metapsişik olay olduğunu belirtir. Kendi düşünce ve fikirlerinin de ‘Vahiy olarak nitelenen bilgiden’ farksız olduğunu belirtir.”
Şimdi anlaşıldı mı Batı’nın Alfarabius, Averros ve Avicenna’ya neden meftun oldukları?
Çünkü onlar Batı’nın önce kendi coğrafyalarında sonra da yeryüzünde hâkim kılmaya çalıştığı paradigma –değerler dizini- değirmenine su taşımışlardı, hem de Müslüman/Doğulu kimliklerinden arınmaksızın. Böylesine ‘sucular’ her devirde Batılılar için makbul ve muhterem olmuşlardır. Önümüzdeki haftalarda bu köşede ‘yakın dönem ve günümüz sucuları’na da değinmeyi düşünmekteyim.
Son söz: Bu yazı serisinde ortaya koymaya çalıştığım, çok da orijinal olmayan, bir genel bakış açısıdır. Bu iddiaları sonuna kadar savunmaya hazırım. Her zaman, her konuda olduğu gibi bu konuda da yanıldığım noktaları kendi içinde tutarlı olacak şekilde bana gösterenlere ancak minnet ve şükran duyarım. Bu görüşlerimi sunduğum bir seminerin sonunda dinleyicilere söylediğim gibi:
“Ya benim yanlışımı gösterin, ya da bu masalın bir son bulması için bu düşünceleri herkesle paylaşın.”