Çağla; tam olgunlaşmamış ham meyve; Gençliğinin, diriliğinin ve tazeliğinin zirvesinde bir yaşam. Belki de bu yüzden ona Çağla adını vermişti öğretmen anne-babası. İlk göz ağrılarının, mutlu yuvalarının ilk meyvesinin, çağla gibi hep diri, hep taze, hep dinç bir yaşam sürmesini istemişti.
Anne tarafından Konya, Baba tarafından Bingöllü bir Zaza kızıydı Çağla. 6 Haziran 1986’da Hani’de dünya gelip 1 yaşından sonra hep İzmir’de yaşamıştı. Başarıyla geçen okul yılları onu ÖSYM’nin eşiğine kadar getirmiş ve son sıralarda da olsa Harran Tıbbın kapısına bırakıvermişti. İnsan sevgisi ve vatan aşkıyla dolu yüreği daha o yıllarda ona “hekim olup Bingöl’ün Genç ilçesindeki baba köyüne, Meşedalı’na gidip onları sevindireceğim” sözünü verdirmişti.
Urfa çetin bir şehirdi, Harran Tıp yokluklar içinde bir fakülteydi, Batı’dan gelmiş güzel bir genç kız olarak bu şehirde ve bu okulda ‘rahat’ etmek pek de kolay değildi. Ama o bütün bu olumsuzlukları iyi yönden görmeye çalışıp çevresine hep pozitif enerji yaydı. O, ışığı ile çevresine umut ve aydınlık verdi, arkadaşları ve hocaları da onu çok sevdi. O da herkesi sevdi. Çünkü o bir sevgi ortamında büyümüş, sevmenin ve sevilmenin en insani erdem olduğunu öğrenmişti. Ama nereden bilsin ki Çağla Kızın saf yüreği, uğursuz sevgiler ve öldüren sevgililerin de olduğunu.
Okulun ilk gününde belli etmişti özel bir insan olduğunu ve “sadece hekim” değil bunun ötesinde de bir şeyler olunabileceğini.
Fakülteye arka sıralardan girmişti ama tıbba ve insana olan sevgisi onu başarılı ve sevilen bir tıbbiyeli yapmıştı. Özellikle tıp tarihi, iletişim becerileri ve etik derslerine olan ilgisi ve derste yaptığı yorumlar onun yalnızca tıbbı ve insanı öğrenmeye değil, onların derununa da vakıf olmaya talip olduğunu göstermişti.
Çağla, akıllı, temiz kalpli ve çok iyi niyetliydi ve her zaman; “İyi bir insan; ama aksi ispatlanana kadar” derdi. Ancak onun bir de şanssızlığı vardı. Aslında bir şans da olabilecek bu özelliği onun sonun başlangıcına kapı aralamıştı. Tanrı, Çağla’nın kalbinin ve ruhunun güzelliğini yüzüne ve bedenine de yansıtmıştı. O, narin, uzun boylu, beyaz tenli, sarı saçlı, mavi gözlü güzel bir kızdı.
Çağla Kızın bu hali kendi sınıfındaki bir genci derinden etkilemiş ve kalbinde ona karşı marazi bir aşk hâsıl etmişti. Fakültenin ilk günlerinde başlayan, hiçbir zaman karşılık bulamayan ve geçen yıllar içinde “Urfa dağlarında gezen bu yalnız ceylanın” kâbusu haline gelen bu platonik aşk, bir Cuma sabahı okula gitmek için apartmanın merdivenlerini adımlarken onun karşısına bir bıçak, bir çığlık, kan ve kin olarak dikiliverir. Fayda etmez “amanlar”, “yapma” demeler. İncecik boynuna inen ilk darbe yeter Çağla’nın hayat dalından kopuvermesine. Daha sonra gelen onlarcası sadece öfkesi ve nefreti sonsuz caninin içini soğutmaya matuftur. Bıçak darbelerinden, Çağla’nın yardım “Seda”sına koşan canı kadar sevdiği ve onun canını kurtarmak için canın hiçe sayıp caninin üzerine atlayan ev arkadaşı da payını alır. Birinin cansız, diğerinin yaralı bedeni merdivenlerde uzanırken, cani bir ‘erkeklik’ daha yapmak ister ve bıçağı kalbine saplamaya çalışır. Ama bilmez o cahil, kalbe bıçak saplamanın kolay bir şey olmadığını. Bilmez gencecik bir bedene saplanan bıçağın çıkardığı sesi ve verdiği acıyı.
Yatar merdivende 3 sınıf arkadaşı. Alır götürürler hepsini ayrı hastanelere güvenlik nedeniyle. Hayatta kalır, belki de ölmeyi en fazla hak eden. Bedeni yaralıdır ama yüreğinin yangınından duymaz kendi acılarını can dostu. Ve daha meyvelerini veremeden, olgunluk çağına eremeden solar Çağla Çiçeği.
Çağla’yı 28 Mart 2008’de doktor olup da gelmek istediği Bingöl’ün Genç ilçesindeki Meşedalı köyünün mezarlığına defnettik. Artık o, tepeden ovaya bakıp geçen trenleri seyredecek. Ailesi ve sevenleri onu hiç unutmayacak.
İkinci sınıftayken benden bir söz vermemi istemişti. Mezuniyet töreninde cübbesini ben giydirecektim. Başına gelen bu uğursuz bela yüzünden başka bir Fakülteye geçiş ihtimali ortaya çıkınca; “Hocam siz nerede olursanız olun ben sizi getirip cübbemi sizin elinizden giyerim” demişti. Ne bilirdim ki o cübbe ve kep sana bir köy mezarlığında örtü olacak.
Arkadaşların en sık kullandığın sözün, herkesin kendisine yakışanı yapması gerektiği manasında, “esmere al bağla, karşısına geç ağla” olduğunu söyledi. Sen en son defaki al bağlamanla hepimizi çok ağlattın.
Mezarın pür Nur, Mekânın Cennet olsun, benim güzel kızım.
*Bu yazı 22 yaşındaki bir tıp fakültesi öğrencisini Bingöl’deki bir köy mezarlığına defnettikten sonra dönüş yolunda otobüste ilk akla geldiği şekli ile yazılmıştır.